Fatma okuldan gelir gelmez mutfağa, annesinin yanına geçti. Ağzına birkaç lokma attı. Annesi:
“-Kızım otursan da doğru dürüst yesen! Ayakta olmaz. Peygamber Efendimiz, ayakta yemek içmeyi menetmiş.” dedi.
Fatma:
“-Aman anneciğim, durmadan sünnet sünnet deyip duruyorsun. Biz senin gibi değiliz ne muhabbetimiz canlı, ne itaatimiz… Senin gibi rüyamıza Rasûlullah da teşrif etmiyor! Bizden iş çıkmaz, sen kendine bak… Bizi boşver!..” dedi.
Annesi bu sefer:
“-Yakında okul tatil olacak, sekizinci sınıfı bitireceksin. Seni İmam-Hatip’e göndermek istiyorum. Ne dersin?” diye sordu.
Fatma:
“-Anneciğim, ben sana layık bir evlat olamıyorum. Ne içimden gelerek namaz kılıyorum, ne de tesettüre girmek istiyorum. Keşke senin gibi aşkla İslâm’a bağlı olsaydım… Ama zorla da olmuyor. Ben bu hâlimle normal liseye gitsem daha mutlu olacağım.” dedi.
“-Fatmacığım, sen hayırlı bir evlatsın. Bizi üzmüyorsun. Rabbimize tam kul olmak istiyorsun, ama nefsine ağır geliyor. Akranların gibi dünyanın tadını çıkarmak istiyorsun. Ama yavrucuğum, ben senden mes’ûlüm; sen de kendinden mes’ûlsün, hesap vereceksin. Kuzenin Ayşe, geçen yıl İstanbul’a Kur’ân kursuna gitti. Bak zihnindeki bütün sorulara cevap buldu, şimdi ne güzel İslâm’ı şevkle yaşamaya gayret ediyor. Yazın seni de göndersem, bir de sen görsen o ortamı… Ondan sonra karar versek şu okul işine…”
“-Tamam, anneciğim, sırf senin hatırına bir ay deneyeceğim.”
* * *
Hatice Hanım, bu sırada mutfaktaki işlerini bitirdi. Pencerenin önündeki kanepeye oturup tesbihâtına başladı.
Akşam olunca yemek sofrasında âilece huzurla yemek yediler. Herkes yavaş yavaş odalarına çekildi. Fatma ile Yasemin, hemen internetin başına geçti.
Babaları eline kumandayı alıp haber programlarına daldı. Hatice Hanım, namazını kılınca uzun uzun evlatlarının aşkla İslâm’ı yaşamaları, Peygamberimizin muhabbeti ile dolmaları için duâ etti. Tam seccadesini toplamıştı ki, elektrikler kesildi. Bütün âile, mecburen salonda buluştular, mum ışığının aydınlığında otururlarken Hatice Hanım, kızı Fatma’ya:
“-Kızım, hadi şu takvim yapraklarını getirip gel de okuyalım, bir haftadır okumaya fırsat bulamadım.” dedi.
Fatma, eline mumu alıp koridordaki sehpanın üzerinden takvim yapraklarını alıp getirdi. Okumaya başladı, takvimin arkasında şöyle yazıyordu:
“Bir gün Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber’in hâne-i saâdetine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allâh Rasûlü, onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. İşte hepsi bu kadar!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e boyun eğdiği bir günde O’nun dünyaya âid mal varlığı bunlardan ibâretti. Hazret-i Ömer bunları görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu ve ağladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu.
O da:
“–Niçin ağlamayayım yâ Rasûlallâh! Kayser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Rasûlullâh ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ömer’in gönlünü hoş etti ve:
“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın bütün nîmet ve zevkleriyle onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” buyurdu.[1]
Yine bu misâle benzeyen bir hâdisenin ardından:
“Dünya benim neme gerek! Benimle dünyanın misâli, bir yaz günü yolculuk yapıp da, bir ağaç altında gölgelenen, sonra da kalkıp yoluna devam eden kimseye benzemektedir.”[2] buyuran Rasûlullâh’ın sîreti, kâmil bir sîretti.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kıyâmette dünya nîmetlerinden hesâb verme endîşesiyle sık sık:
“Ey Rabbim! Beni fakir bir insan olarak yaşat; bana fakir bir insan olarak ölüm nasîb et; beni fakirlerle dirilt!” şeklinde duâ ederlerdi. (Tirmizi, Zühd, 37/2352; İbn-i Mâce, Zühd, 7)
Fatma’nın okuması bitince hepsi birbirine baktı. Ne diyeceklerini bilemediler. Bu sefer kardeşi Yasemin bir takvim yaprağını çekti ve okumaya başladı. İkinci hadis de Hazret-i Ömer ile ilgiliydi:
Abdullâh bin Hişâm’ın anlattığı şu hâdise, Rasûlullâh’a muhabbetin hangi seviyede olması gerektiğini göstermesi bakımından çok mânidardır:
“Bir defasında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Ömer’in elini avucunun içine almış oturuyordu. O sırada Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifâde etti.
Onun bu sözüne karşılık Peygamber Efendimiz:
“–Hayır, canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki ben sana canından da sevgili oluncaya kadar hakîkî îman etmiş sayılmazsın!” buyurdu.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen:
“–O hâlde vallâhi şimdi Sen bana canımdan da çok sevgilisin yâ Rasûlallâh!” dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İşte şimdi oldu ey Ömer!” buyurdu .[3]
Peşpeşe okudukları iki hadis, âdeta onları yerlerine mıhlamıştı. Bırakın hareket etmeyi, kimsenin nefes almaya tâkati kalmamıştı. Hatice Hanımın gözlerinden ılık ılık yaşlar boşanıyordu. Baba, derin düşüncelere dalmıştı. Fatma ile Yasemin de bu havadan çok etkilenmişti. Yeni bir takvim sayfası almaya cesaret edemediler bir müddet…
Sonra birkaç takvim daha okudular; o onbeş-yirmi dakika her şeye bedeldi. Hatice Hanım, bu sessizliği tatlı sesiyle mırıldandığı ilâhî ile bozdu:
Günlerin ne günlerdi, çağların ne çağlardı
Sen dünyaya gelmeden inananların vardı
Hatice’nin goncası, Âişe’nin Gülüydün
Ümmetin gözbebeği, göklerin Rasûlü’ydün,
* * *
Şimdi seni ananlar, anıyor ağlar gibi,
Ey yetimler, yetimi, ey garipler, garibi.
Nerde kaldın ey Resûl? Nerde kaldın ey Nebî ?
Düşkünlerin kanadı, yoksulların sahibi.
* * *
Elçisin, elçi geldin, elçilerin gönderdin,
Sen rûhunu Allâh’a, elin ümmete verdin.
Gel ey Resûl bahardır, Hac’dan döner gibi gel,
Miraç’dan iner gibi, bekliyoruz yıllardır.
İlahi okurken Hatice Hanım âdeta gönülden Peygamber Efendimiz’i çağırıyordu. Kızlar da çok etkilenmişlerdi. Fâtıma gönlünün titrediğini hissetti. Kerim Bey:
“-Meğer televizyon olmadan, internet olmadan da oluyormuş, hem de ne güzel oluyormuş!. Hiç tatmadığımız mânevî hazları aldık!..” deyince hepsi birden gülüştü.
Fâtıma, o yaz İstanbul’a Kur’ân kursuna gitti. Ortamdan, hocalarından çok etkilenmişti. Peygamber Efendimizin hayat ve ahlâkının anlatıldığı Siyer dersi, onu âdeta Rasûlullâh’ın iklimine götürüyordu. İlk defa Peygamberimize edebin önemini öğrenmişti. Eskiden de peygamberimizi anlatan kitaplar okuyordu, ama hiç etkilenmiyordu. Şimdi gönül âlemi daha hassastı. Bir gün derste:
“-Hocam, Peygamber Efendimizi hissetmek için ne yapmalıyız?” diye sordu.
Hocası:
“-Kızım; öncelikle gerek siyer dersi, gerekse hadis dersi olsun, bu derslere özel hazırlanmak gerekir. Güzel bir abdest almalı. Ardından salavât-ı şerîfelerle dilimizi ve gönlümüzü Efendimizle buluşmaya hazırlamalıyız. Sanki Ravza’ya, yanına gidecekmiş gibi ya da Asr-ı Saadet’te O’nunla buluşacakmış gibi... Bu hissiyâtı, Peygamberimizi anlatan kitapları okurken de göstermeliyiz. İşte o zaman Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in feyzi gelir kalbimize, O’nu sevmenin lezzetini, O’na ümmet olmanın şevkini daha çok hissederiz. Bu da bizim her an Sünnet-i Seniyye üzere yaşamamıza yardımcı olur. Ayrıca sürekli Peygamberimizle bir gönül bağı kurmalıyız. Meselâ, “Şimdi Rasûlullah yanımda olsaydı, nasıl davranırdım?” Ya da “Rasûlullah’la beraberken tesettürüm nasıl olurdu? Rasûlullah benimle iken nasıl namaz kılardım?” gibi kendimizi mânevî mânâda sorgulamalı ve motive etmeliyiz.” dedi.
Fâtıma, hocasının dediğini can kulağı ile dinlemişti. O günden sonra dilinden hiç salavât-ı şerîfe eksik olmuyordu. Öyle ki uykuda bile sayıklar hâle gelmişti. Uyandığında kendini salavât-ı şerîfe getirirken buluyordu.
O yaz kendini âdeta Peygamber Efendimiz’i tanımaya adamıştı. Elinden Peygamberimizi anlatan eserler hiç düşmüyordu. Bir gün “asr-ı saâdet”i anlatan bir eserde “sahabe, Peygamberimizin terbiyesiyle o hâle gelmişti ki, boğazlarından geçen lokmaların zikrini duyar oldular.” diye bir cümle okudu. Bu satırlar, âdeta yüreğini deldi geçti:
“-Âah!” dedi, “Keşke ben de Rasûlullâh’ı görseydim ve O’nun terbiyesiyle hassas bir gönle sahip olsaydım!..” dedi ağladı, ağladı.
O gece nöbetçi hocaları teheccüde kaldırdı. Teheccüd namazını kıldı. Ardından kitabın kalan bölümünden birkaç sahife daha okudu. Şemâil-i şerifi okudu. Hasretle secdeye kapandı, duâ duâ, salavât salavât dâvet etti gönlüne, En Sevgili’yi…
Bu hâdiseden iki gece sonra, rüyâ âleminden hasretiyle yandığı bir sır perdesi gönlüne açılıyordu:
Kapkaranlık bir odadaydı. Günlerdir okuduğu kitap elindeydi ve kitaptan bir bölüm dikkatini çekmişti: “Peygamberimizin kızı Fâtıma da boğazından geçen lokmaların zikrini duyardı.”
O sırada bir kalabalık gördü. Üzerlerinde mavi bir ışık, etraflarını aydınlatıyorlardı. Mis gibi kokan bu insanların ellerinde tesbihler vardı. Hepsi Peygamberimizi görüyorlardı.
Fâtıma ise üzgün bir hâlde kendi kendine “Ben ne kadar garip kimseyim ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusunu dahî alamadım!..” diye üzülüyordu.
“Bu karanlık odada ben nasıl kitabımı okuyorum ki…” diye düşünürken, Fâtıma’nın arkasından önüne doğru bir nûr çıktı. O an arkasına dönen Fâtıma, küçük halka hâlinde bir nûrun yavaş yavaş büyüdüğünü ve bütün bir odayı aydınlattığını gördü. O an nûrun içinden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- göründü.
Fâtıma, gözyaşları içinde Efendimizi seyre daldı.
“-Allah’ım, bu nasıl bir güzellik?!” diye geçiriyordu içinden, tepeden tırnağa pırıl pırıl... Krem renginde elbisesi, belinde kuşağı... Duruşu nasıl da mütevâzî, sakalı uzun, kıvırcık gibi, gözleri elâ... Zayıfça, ama bir o kadar da heybetli… Başı hafif sağa doğru eğilmiş gibi bakıyor, bakışları bile ihtişam içinde…
İşte o an Fâtıma’nın bütün vücudu âdeta eriyor, saç diplerine kadar saran bir lezzet!.. O an erkek sesleri duyuldu, hep bir ağızdan:
“-Allâhuekber, Allahuekber!..” diyorlardı.
Fâtıma da katıldı, onların söylediklerine:
“-Allâhuekber!”
Tam bu sırada “Allâhu ekber!” diyerek uyandı. Kalktığında tam teheccüd vaktiydi. Uyandığına ağlıyordu. En Sevgili’yi görebilmenin şükrü ile ağlıyordu. Abdest alıp şükür namazı kıldı:
“-Rabbim, gecelerimi teheccüdsüz bırakma!.. Salavât-ı şerîfeler, hayatım boyunca bana o En Sevgili’yi hatırlatsın. Ömrüm, bu lezzetle yoğrulsun!..” diyerek usulca elini yüzüne sürdü.
[1] Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, tahk. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, X, 162.
[2] Tirmizî, Zühd, 44/2377; İbn-i Mâce, Zühd, 3; Ahmed, I, 301.
[3] Buhârî, Eymân, 3
YORUMLAR