Fakr, kişinin kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Allah’tan istemesi ve bilmesi, şahsının, amelinin, hâl ve makamlarının Allâh’ın bir lûtfu olduğunu bilerek, hayatını bu minvalde idâme etmesi demektir.
Cenâb-ı Hak, Fâtır Sûresi’nde:
“Ey insanlar, siz Allâh’a karşı fakirsiniz, (yani muhtaçsınız). Allah ise ganîdir; (her şeyden müstağnîdir).” (Fâtır, 15)
Muhammed Sûresi’nde de: “…Allah ganîdir; siz fakirlersiniz; (O’na muhtaçsınız).” (Muhammed, 38) buyuruyor.
* * *
Abdullah bin Alevî el-Haddâd el-Hadramî, “Dervişin Edebi” adlı eserde şöyle demektedir:
“Bir kere düşünelim: Bir damlacık sudan yaratıldığını, yakında da bir cîfe olacağını bilen bir kimse, nasıl olur da büyüklenebilir? Nasıl olur da kendinde bir varlık görebilir? Üzerinde görülen bir üstünlük, bir güzellik varsa, bütün bunlar Allâh’ın yapması ve yaratmasıyla, ona ihsanda bulunmasıyladır.
Ne bunların elde edilmesinde, ne de muhafazasında onun bir dahli vardır! Böyle bir kimse Allâh’ın verdiği fazl u inâyeti sebebiyle yine Allâh’ın kullarına karşı böbürlenirken, bu edep kusuru sebebiyle Allâh’ın bir anda onu onlardan mahrum edebileceğini hiç düşünmüyor mu? Bu kimse, yalnızca Allâh’a yakışan bir sıfatında, Allah ile tartışmaya girdiğinin acaba ne zaman farkında olacaktır? Çünkü büyüklük, yalnızca Allâh’ın sıfatlarındandır.”
Uğruna âlemler yaratılan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’ım, beni fakir yaşat, fakir öldür ve fakirlerle haşret!” (Tirmizî, Zühd, 37) buyurmuştur.
Bu sebepledir ki, Allah dostları, kendilerinden bahsederken “ben” demezler, bunun yerine tevâzu ifâdesi olarak “fakir” derler. “Fakr”ın farkında olup, güzel bir hayat süren Allah dostlarının tevâzu sahibi olması kaçınılmaz bir durumdur ve bu, çok güzel bir haslettir.
Mütevâzi ve güzel bir Allah dostu olan Mûsa Topbaş -kuddise sirruh-’un şahsiyetini, tevâzu ve ihlâsını muhterem mahdumları Osman Nûri Topbaş Hocaefendi şöyle anlatır:
“O, âdeta bir tevâzu âbidesiydi. Hayatı boyunca gösterişten korkmuş, ürkmüş ve çok sakınmıştır. Çünkü tasavvufun bir gâyesi de, ilâhî azamet, saltanat ve tanzim karşısında kulun kendi zayıflık ve «hîç»liğini ve Rabbin yüce kudretini idrâk etmesidir. Muhterem pederimiz Mûsâ Efendi’nin de, tevâzu, hiçlik ve kendinde bir varlık hissetmeme yolunda, vârislerine yapmış olduğu vasiyetnâmesini açtığımızda, ilk paragraflarda onun bu yüksek hâl ve fazîletini ifâde eden şu satırlarla karşılaştık:
«Her dünyaya gelen, vakti-saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî âleme intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür!..
Fakir de, bu hususu nasîbim derecesinde bilebildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde kendime çekidüzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu ve şerefli hayatlarını okudum, lâkin nefsimde tatbik edemedim. Hatalarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin huzûruna, ancak mağfiretini umarak gidiyorum. Çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır.»
Hayatlarının her ânında ihlâs ve tevâzu hâlinde bulunma gayretinde olan Mûsa Topbaş Hazretleri, infakta bulunurken de bizlere ne güzel örnek olmuşlardır:
«Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkesin kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, o, büyük bir meblağ uzatmış ve:
“-Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti.
Ehl-i basîret müstesnâ, orada bulunanlara bu ifâde, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği bir yardım olduğu intibâını uyandırdı. Ancak onun emânet dediği kendi malı, dost dediği de Allah’tı...»”
* * *
Tevâzu hakkında Mustafa Necati Bursalı’nın şu güzel mısraları ne kadar manidardır:
“Gökten gevherler yağsa, taş yine vermez çiçek
Toprak ol ki, toprakta nice güller bitecek…”
Ahmed el-Farukî Serhendî -kuddise sirruh- da şöyle demiştir:
“Toprak ol toprak ki, gül bitsin sende
Topraktan başka karışan yok güle”
* * *
Tevâzu ve alçak gönüllülükte bir zirve olan Üstâd Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri de bilâ-istisna herkesi kendilerinden üstün görür, herkesin hor gördüğü, küçük ve hakir addettiği âciz ve miskinleri ziyarete gider, kendilerinden duâ talebinde bulunurdu.
Kendilerini dâimâ Allâh’ın bütün mahlûkâtının en ednâsı olarak gören Üstad Hazretleri, bu fânî dünyadaki son zamanlarında kendisini ziyarete gelenlerden dolayı derin bir mahcûbiyet duyar ve ellerini yüzüne kapatarak:
“-Yâ Rabbi, ben bu kullarına bana gelin demiyorum. Bunlar fakîre hüsn-i zanda bulunuyorlar. Bunları reddetmek benim elimde değil, beni affet.” diye arz-ı hâl ederlerdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allah rızâsı için alçak gönüllü (mütevâzı) olanı Allah yüceltir..” (Müslim, Birr, 69) buyurmuştur.
İdrîs -aleyhisselâm-’ın şöyle söylediği nakledilmiştir:
“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe, tevâzu hâli artar.”
Ârif bir şâir de bu hakîkati şöyle şiire döker:
“Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzî olanı rahmet-i Rahmân büyütür.”
* * *
Şöyle bir kıssa nakledilir:
“Yurtdışından gelen bir misafir Sultanü’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’ni ziyaret edip sohbetlerinde bulunmak ister.
Muhterem Üstad Hazretleri’nin devlethânesinde bir sohbete katılır. Misafir, üç-beş kişiyle yapılan bu sohbetin çok tesirinde kalır ve şöyle bir talepte bulunur:
“-Efendim, bugünün hâtırası olarak burada bulunanların isimlerini bir kâğıda yazsam. Memlekete gidince o isimlere bakarak, bu meclisi hatırlarım, inşâallah.” deyip cümlelerini tamamlar.
Bu şekilde muhabbetini izhâr eder ve yazmak için arz-ı talepte bulunur. Muhterem Üstad Hazretleri, bu talebi hüsn-i kabul buyurur ve:
“-Peki…” der. Misafir sohbette bulunanların isimlerini yazmaya önce Sâmi Efendimiz’den başlar ve şöyle sorar:
“-Efendim zât-ı âliniz hakkında ne yazalım?”
Muhterem Üstad Hazretleri tebessüm eder ve:
“-Sâmi Ramazanoğlu yazarsınız.” buyurur.
Misafir, bir talepte daha bulunur:
“–Efendim, isminizin önüne arkasına ne yazalım, zât-ı âlînizi nasıl tanıtalım?” der.
Muhterem Üstâd Hazretleri tekrar tebessüm ederek:
“-Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, yazarsınız.” buyurur.
Misafir bu cevaplardan tatmin olmaz. Muhterem Üstâd Hazretleri’ni daha kapsamlı bir şekilde tanıtacak bir ifadenin yazılması gerektiğini düşünür. Gönlünün istediği cevabı alabilmek için tekrar arz-ı talepte bulunur ve arzusunu şu şekilde dile getirir:
“-Efendim, zât-i âlîlerinizi şöyle tanıtsak; «Nakşî meşâyıhından Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu» diye yazsak…” der.
Muhterem Üstad Hazretleri, derin bir mahfiyet içerisinde ve ince bir edeple:
“-Olamadık ki...” buyurur.
“-Peki ne yazalım?” diye sorulduğunda:
“-Derviş Sâmi diye yazarsınız.” buyurur.
Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin tevazu hususundaki şu ince uyarısı da çok ehemmiyetlidir:
“Bazı insanlar, fıtratlarının bir îcabı olarak değil, kendileri hakkında «mütevâzı» dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzı bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında «tevâzuun fahrı»ndan ibarettir.”
Tevâzuun fahrı, tevazû vasıtasıyla övünmek demektir. (Kendini gösterme meyli içerisinde olan birinin, “-Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum.” gibi ifadeleri, bu hâlin tezahürüdür.)
Mûsa Topbaş Hazretleri de şöyle uyarıda bulunmuştur:
“Umûmî yerlerde kendini fazla âciz göstermemek gerekiyor. Çünkü tevâzudan her insan anlamaz. Yoksa zillet muâmelesine mâruz kalınır.”
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir topluluk gördüm. Onlar henüz yaratılmadılar, bugünden sonra var olacaklar. Onları ben severim, onlar da beni severler. Onlar samîmî kimselerdir, gösterişten uzak, tevâzû ehlidirler. İnsanlar arasında Allâh’ın nûruyla yavaş yavaş, çekinerek ve sakınarak yürürler. Sabır ve tahammülleri sebebiyle onlar insanlardan selâmette, insanlar da onlardan selâmette ve emniyettedir.” (Rûhu’l-Beyân, c: 13, sh: 616)
Allah Teâlâ, cümlemize “fakr”ın farkına varıp o şuurla hayat süren, kendisinden başkasına el açmayan, hâlini arz etmeyen tevâzu ve mahfiyet sahibi kimseler olabilmeyi nasîb etsin. Bizi, âyet-i kerimede buyrulduğu üzere, “…Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler.” (el-Mâide, 54) müjdesine nâil olan bahtiyar mü’minlerden eylesin. Âmîn!
YORUMLAR