Gönül Sohbet İster

İnsanın mânevî olarak beslenmesi gereken ortamları olmalıdır. Kendini îmar eden, özellikle iç âlemini inşâ eden ve kendisinin mânevî terakkisini sağlayan sohbet ve muhabbet ortamları… Sohbet, ilk akla gelen mânâsı ile en insanî ihtiyaçlardan biridir. Kişi, muhabbet beslediği insanla sohbet ettiği zaman bir iç huzur, mânevî bir rahatlama ve kendini değerli görme gibi duyguları yaşar. “İnsanın insana şifâ olduğu” gerçeğinden hareketle, tek başına olan bir insan, duygu ve fiilleri ile hep bir eksiklik içinde bulunan insandır. Bu açıdan baktığımız zaman insanın uzun süre yalnız kalması, tek başına hayatını sürdürmesi, birtakım mânevî ve psikolojik problemlere sebep olabilir.

İslâm, her dâim insanı cemiyet hayatına iştirak etmeye teşvik eder. İslâm’ın ferdî olarak yaşanması da aslında insanın cemiyete bakan tarafında güçlü bir karakteri olması içindir. Yani İslâm’ın ferdî plânda yaşanan yönleri, toplumda güçlü bir şahsiyetin varlığı içindir. Dolayısıyla müslüman kendisinin bir “cemiyet insanı” olduğunu bilmeli ve kendisi başta olmak üzere etrafındaki insanlardan da sorumlu olduğunun farkında bulunmalıdır.

Daha çok ferdiyetçiliğin teşvik edildiği zamanımızda, ortak alanlarda dahî tek başına yaşandığına, tahammül ve fedakârlık duygularının örselendiğine, daha çok “kendisi için yaşamanın” özendirildiğine şahit oluyoruz. Beraber yaşamak, tek başına yaşamaktan tabî ki zordur. Sabır, anlayış, hoşgörü ve fedakârlık gerektirir. Ancak insan tek başına tamam olmaz. O, diğer insanlarla eksiklerini tamamlar. Her türlü sıkıntı ve çilesine rağmen beraber yaşamak, ortak duyguları hissetmek, sevinç ve üzüntüleri paylaşmak; insanı daha mutlu ve sağlıklı yapar.

Bugün dünya insanının en büyük problemi hâline gelen “bencillik” ve “sadece kendi konforu için yaşama” hastalığı; pinti, hasis, içten pazarlıklı, menfaatçi ve gönlü dar karakterlerin çoğalmasına ve hattâ topluma hâkim mantığın böyle olmasına yol açmıştır.

İslâm’ın ve insanlık değerlerinin kitap sayfalarından çıkıp hayatımızda ve davranışlarımızda yer bulması gerekir. Kendi kültür ve medeniyetimizde yaşanmış fedakârlık âbideleri, dostluk, kardeşlik, vefâ ve benzeri ahlâkî güzellikler, tarihin şeref sayfalarından tek rar gün yüzüne çıkıp ete-kemiğe bürünmelidir. İslâm, bütün güzellikleriyle geçmişte var olmuş, ancak orada kalmış bir din değildir. O, kıyamete kadar bütün çağların maddî-mânevî hastalıklarına şifa olacak reçeteler sunmaktadır. Ancak o uzman hekime müracaat etmek ve tedavine teslim olmak şartıyla…

Mevzumuzun başına dönecek olursak, bugün her birimizin en büyük problemi samimi, içten ve fedakâr duygularla muhataplarımızla sohbet edemeyişimizdir. Her birimiz kendi oluşturduğu ve kendine göre sınırlarını çizdiği dünyamızın içinde hayatından gayet memnun, “dünya yansa umurunda olmayan” bir duygu ile hareket eder hâle geldik. Belki de bu ortamda en çok hatırlamamız gereken hadîs-i şerîf şudur:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi

“Şems bana bir şey öğretti. Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.”

Bu bakış açısı ve kıymetli ifade, bugün bize ne diyor? Hangi duygumuzda karşılığını buluyor? Merhum Mehmed Âkif in:

“Kanayan bir yara gördüm mü, yanar tâ ciğerim.

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

«Adam, aldırma da geç git!» diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.” ifadesinde ortaya konulan mefkûre nedir?

İnsanî değerlerin erozyona uğradığı bir kıyamet sahnesi yaşıyoruz âdeta… Herkes birbirinden usanmış, uzaklaşmış; güzel bir hasleti hatırlatmaktan çekinir olmuş ve “bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın!” edâsı ile hayatını sürdürmekte...

Toplumsal değer yargıları o denli değişmiş ki, doğrular yanlış, yanlışlar doğru kabul edilir hâle gelmiş. Eşler birbirine, anne evlâdına, ağabey kardeşine nasihat bâbında en ufak bir şey söylemeye çekinir olmuş.

Bu paslı zinciri bir ucundan kırmak zorundayız. Bu mutsuzluğumuzun sebebi olan ferdiyetçilik hastalığından kurtulmalı ve muhabbetimizin çağlayan gibi aktığı, sohbet ortamlarını yeniden tesis etmeliyiz.

Dilimize yapışmış hazır bahanelerimizin, aslında işimize gelen ve bize sahte bir tesellî yaşatan temelsiz bahaneler olduğunu unutmamalıyız. Bunun için yeniden bir sayfa açarak;

-Vefa duygumuzu şöyle bir gözden geçirmeliyiz. Salgın hastalık döneminde gitmediğimiz, görmediğimiz, aramadığımız dostumuz, arkadaşımız, büyüğümüz kim varsa onları aramalı, hususî ziyaretlerine gitmeliyiz.

-Akrabalarımızla aramıza giren bir soğukluk, kırgınlık varsa, onu izâle etmek için ilk adım atan taraf biz olmalıyız. Fırsat oluşturup irtibatı sıklaştırmalıyız.

-Bizi besleyen ve bize rûhen faydalı olan arkadaş gruplarımızı yeniden harekete geçirmeli, muhabbetimizi tazelemeli ve eski buluşmalarımızı canlandırmalıyız.

-Hiçbir menfaat gözetmeden, işimiz düştüğünde değil hasbî olarak ilâhî rızâ için arayıp sorduğumuz insanların sayısını artırmalı; onları bu samimi duygu ve düşüncelerle aramalı, sormalıyız.

-Annemizin, babamızın sevdiği insanları onların hatırı için aramalı ve vefâ örneği göstermeliyiz.

-Üzerimizde emeği olan hocalarımız, öğretmenlerimiz varsa, onları da yine bir vefa örneği olarak arayıp sormalıyız.

Velhâsıl, bir kıyamet alâmeti olarak zaman hızlı akıp gidiyor. Yıllar ay gibi, aylar gün gibi ömür sermayemizden tükeniyor. Erteleye erteleye gelecekte kaybolmaktansa, bugünü ve şu ânı yaşamalı, içinde bulunduğumuz ânın fırsatını değerlendirmeli ve sık sık:

“-Şimdi güzel ve faydalı olarak ne yapıyorum/ne yapmalıyım?”  diye sormalıyız.

Karşımızdaki insanlardan bir şeyler beklemek veya zamanın ruhuna kızıp durmak yerine, bir mum yakarak karanlığı aydınlatmaya çalışmalıyız. Göreceğiz ki, o mum, er veya geç yanına başka mumları da alacak ve çoğalacaktır. Neden böyle bir hayırlı işin öncüsü olmayalım?

İnsan, ilâhî kudret karşısında çok âciz, çok muhtaç bir varlık... Hatta “varlık” dahî denemeyecek kadar bîçâre… O yüzden iki günlük şu dünya hayatında, bitmeyen bir tûl-i emel içinde olmak, âhiretimizi kaybetmek demektir.

Gelin, kendimize bir söz verelim; sohbet ve muhabbet ile dirilttiğimiz insanlar bulalım ve kendimiz de bu sohbet ve muhabbet meclislerinde yeniden tazelenip dirilelim.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle