Gönül İkliminden İnciler
EBEDİYET YOLCULUĞUNDA
SAÂDET LEVHALARI
Kur’ân-ı Kerîm -hâşâ- bir tarih kitabı değildir, fakat hisse almamız için muhtevasında -peygamber kıssaları başta olmak üzere- pek çok târihî hakîkat bulunmaktadır. Her biri, insanoğluna bir ibret ve hikmet menbaı olarak nakledilen bu kıssalar, med-cezirlerle dolu hayat yolculuğunda, kişiye karşılaştığı hâdiseler karşısında Rabbimiz’in râzı olacağı hâl ve davranışları gösteren, güzel ahlâkı tâlim eden saâdet levhaları gibidir.
Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Hulûs ile, canla-başla Kur’ân-ı Kerîm okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile âşinâlık peydâ edersin. Kur’ân, peygamberlerin hâlleridir.
Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymazsan, Kur’ân ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velîleri görmenin ne faydası olur?
Peygamberlerin Kur’ân’da bulunan kıssalarını okur, Kur’ân’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeye başlar.”
Meselâ bir mü’min, Hazret-i Âdem u’ın kıssasını okur; nefsine mağlup olduktan sonra samimî bir pişmanlık ve gözyaşlarıyla tevbe ipine sarılmanın kurtuluş yolu olduğunu öğrenir.
Hazret-i Nuh u’ın kıssasını okur; hak bildiği yolda kınayanların kınamasına aldırış etmeden sabırla istikâmet üzere yürümenin ehemmiyetini idrâk eder. Zira Nuh u almış olduğu ilâhî emirle, gemiyi denize uzak bir mekânda inşâ etmeye başladığında kavminin alay ve hakaretlerine mâruz kalmıştı.
Yine bir mü’min;
Canıyla, malıyla ve evlâdıyla imtihan edilen Hazret-i İbrahim u’ın kıssasını okur; gönüldeki fânî tahtların nasıl yıkılabileceğini ve kalpte Cenâb-ı Hak ile dostluğun nasıl bir liyâkatle kazanılacağını idrâk eder.
Hazret-i İsmail u’ın kıssasını okur; ilâhî emirlere nasıl bir tevekkül ve teslîmiyet gösterilmesi gerektiğini anlar.
Hazret-i Eyyûb u’ın kıssasını okur; fânî dünya sahnesinde başa gelen iptilâ ve musîbetlere ne kadar sabretmek gerektiğini öğrenir.
Hazret-i Yâkub u’ın kıssasını okur; yaşadığı ağır imtihan dolayısıyla ağlamaktan gözlerinin feri kaybolsa da Allâh’ın rahmetinden hiçbir zaman ümit kesmemek gerektiğini idrâk eder.
Hazret-i Yusuf u’ın kıssasını okur; Allâh’a samimiyetle bağlı bir yüreğin, nasıl ilâhî muhafazaya mazhar olduğunu, gönüllerdeki kuraklığın toprağa yansıdığı büyük bir ülkeyi îmânın rahmet yağmurlarıyla nasıl yeşerttiğini ve berekete kavuşturduğunu öğrenir.
Hazret-i Mûsâ u’ın kıssasını okur; dilerse Cenâb-ı Hakk’ın, sevdiği kulunu düşmanının yanında da koruyup bir filiz gibi yetiştirdiğini görür.
Hazret-i Dâvud ve Süleyman l’ın kıssalarını okur; servet, güç ve iktidâra mâlikken bunların esîri olmadan nasıl hükümdar olunabileceğini öğrenir.
En güzel ahlâkın muallimi olan Rasûlullah r Efendimiz’le alâkalı âyetleri okur; O’nun ümmetine nasıl “raûf” ve “rahîm” olduğunu, insanlığın hidâyete gelmesi için nasıl çırpındığını kalp gözüyle müşâhede eder.
Âyet-i kerîmelerde Rasûlullah r Efendimiz’in insanların hidâyete gelmesi için gösterdiği üstün gayret şöyle zikrediliyor:
“Bu yeni Kitab’a inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.” (el-Kehf, 6)
“(Rasûlüm!) Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş-Şuarâ, 3)
Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerin bazı vasıflarına bilhassa dikkat çekiliyor. Bizim de o güzel vasıflarla vasıflanmamız arzu ediliyor. Yani Rabbimiz, gönderdiği peygamberlerin şahsında, bizden nasıl bir şahsiyet ve karakter istediğini beyân ediyor.
Peygamberler tezkiye ve terbiye hususunda zirve şahsiyetler.[1] Rabbimiz o seçkin kullarının gönül âlemlerini hayatın farklı imtihanlarından geçirmek sûretiyle inkişâf ettirmiş, sonra da ümmetlerinin tezkiye ve terbiyesini onların uhdesine vermiştir.
Yani peygamberler, evvelâ kendileri tezkiye olup gönül âlemlerini arındırdılar, kalplerini cemâlî vasıflarla tezyin ettiler. Ancak bundan sonra insanların gönül âlemlerini temizleme vazifesiyle memur edildiler.
Yine peygamberler, küfrün karanlığında yollarını kaybedenleri İslâm nûruyla hidâyete kavuşturmak, hasta gönüllere takvâ aşısı yapmak için tarifsiz bir gayret içinde olmuşlardır.
Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
“Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, dâimâ Biz’e ibadet eden kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 73)
Bu tebliği yaparken de canla-başla gayret gösterdiler.
Meselâ Nuh u, âyetlerde bildirildiği üzere Allâh’ın davetini kendi toplumuna gece-gündüz anlatmış, bazen açıktan, bazen de gizlice sürekli tebliğde bulunmuştur. Ancak onun bunca gayretine karşılık onlar sadece parmaklarını kulaklarına tıkamışlar, kibirlenip ayak diremişlerdir. (Bkz. Nûh, 2-9)
Lâkin peygamberler, kavimlerinin bu anlayışsızlıklarına karşı büyük bir sabır sergilemişlerdir.[2]
Nasıl ki yüksek dağların başında kar, tipi, fırtına eksik olmazsa, zirve şahsiyetler olan peygamberler de en ağır çilelerin çemberinden geçmişlerdir. Bu hakîkati Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade eder:
“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, başlı başına bir belâdır.”
Fakat peygamberler, sabırların zorlandığı anlarda dahî muvâzenelerini bozmamışlardır. Cenâb-ı Hakk’a sığınıp dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunarak ümmetlerine örnek olmuşlardır.
Yine peygamberler, yaptıklarını yalnız Allah için yapmışlar ve dâimâ « اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ / Benim ecrim ancak Allâh’a âittir» buyurmuşlardır.
Tebliğ vazifesine karşılık, kavminden herhangi bir ücret istemediğini söylemeyen hiçbir peygamber yoktur. Bu sözleriyle onlar, fânîlerden maddî-mânevî bir menfaat beklemediklerini, sadece onların ebedî kurtuluşunu istediklerini ifade etmişlerdir. Çünkü tebliğ ve irşad; hiçbir fânî beklentiye girmeden, “hasbeten lillâh” / sırf Allah rızâsı için yapıldığında fayda verir.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen peygamberlerin vasıflarından biri de onların sâlih kimseler olmalarıdır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ona (İbrahim’e), İshâk’ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Yâkub’u lûtfettik; her birini sâlih insanlar yaptık.” (el-Enbiyâ, 72)
“Onu (Lût’u) rahmetimize kabul ettik; çünkü o, sâlihlerden idi.” (el-Enbiyâ, 75)
Yani onlar, kendilerine peygamberlik verilmeden evvel de tertemiz bir hayat yaşamış, toplumda emîn/güvenilir olmanın, doğruluk ve adâletin, nezâket ve zarâfetin timsâli olmuş kimselerdi.
Bir diğer vasıf ise; Allâh’a gönülden bağlı olmaları.
Rabbimiz şöyle buyuyor:
“İbrahim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allâh’a vermiş biri idi.” (Hûd, 75)
“(Rasûlüm!) Onların söylediklerine sabret, kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla. O, hep Allâh’a yönelirdi.” (Sâd, 17)
Mü’min de dâimâ Allâh’ın rızâsını hedefleyecek. İslâm’ın inkişâfı uğrunda yaptığı gayretler için fânîlerden bir karşılık beklemeyecek.
Velhâsıl peygamberlerin fârik vasıfları ve ibret dolu kıssaları, makbul bir kullukta bulunup rızâ-yı ilâhî sarayına girişin anahtarları mesâbesindedir.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve îkaz ediciler olarak göndeririz. Kim îmân eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyecekler. Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlar azap çekeceklerdir.” (el-En‘âm, 48-49)
Rasûlullah r Efendimiz de bu hakîkati, bir temsille şöyle ifade ediyorlar:
“Benim ve Allâh’ın bana verdiği vazifenin misali, bir kavme gelip, «Düşman ordusunu gözlerimle gördüm, ben gerçekten îkaz ediciyim. Kurtulmaya bakın!» diyen kimsenin hâline benzer.
O toplumdan bir kısmı, onun bu îkâzını dikkate almış ve geceleyin sessizce kaçıp kurtulmuş; bir kısmı ise onu yalanlamış, sabaha kadar bulundukları yerden ayrılmamış ve sabahleyin gelen ordu tarafından helâk edilmiştir.
İşte bana itaat edip getirdiğime uyan kimsenin durumu ile bana isyan edip getirdiğim gerçeği yalanlayanın durumu buna benzer.” (Müslim, Fedâil, 16)
Rabbimiz, cümlemizi, “Nebîler Silsilesi”nin ibret ve hikmetleriyle kemâle eren, bilhassa da Rasûlullah r Efendimiz’in gönül dokusundan hisseler alan bahtiyar kullarından eylesin.
Âmîn!..
SPOTLAR:
t Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Hulûs ile, canla-başla Kur’ân-ı Kerîm okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile âşinâlık peydâ edersin. Kur’ân, peygamberlerin hâlleridir.
Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymazsan, Kur’ân ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velîleri görmenin ne faydası olur?”
t Bu cihan mektebinin imtihanları hiç bitmez. Kibirden imtihanı geçip de tevâzûun kesinlik kazanırsa, bu defâ seni hasetten imtihan ederler. Hâle rızân ve sadâkatin sabit olursa, bu sefer gazap ve şehvetten imtihan ederler. Dolayısıyla hiç kimse bu âlemdeki imtihanlardan birini kazandım diye kendini kemâle ermiş zannetmemelidir!
[1] el-Bakara, 129; Âl-i İmrân, 164.
[2] el-Enbiyâ, 85.
YORUMLAR