FÂTİHA’DAN BİRKAÇ TALİMAT
Rabbimiz, biz kullarını kendisi ile baş başa mülâkat için günde beş vakit huzûruna dâvet ediyor. İlâhî huzûruna da, sadece bu büyük nîmete nâiliyet için can atan gönülleri kabul buyuruyor. Sonra günde en az kırk defa Fâtiha Sûresi’ni okutmak sûretiyle, o müstesnâ gönüllere şu duâyı tekrar ettiriyor:
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلّ۪ينَ
“(Rabbimiz! Bizleri) kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna (ilet). Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7)
Peki, niçin?
Çünkü kul, bu fânî dünyanın bir imtihan âlemi olduğunu unutmasın. Nasıl ki, her imtihanın kazanan ve kaybedeni varsa, burada da kazanan ve kaybedenlerin olacağını dâimâ hatırlasın. Sayılı nefeslerini bunun idrâkiyle tüketsin. Şu üç günlük fânî dünyadan, ebedî olan âhiret yurduna; “Cennetime gir!” (el-Fecr, 30) iltifatına mazhar bir sûrette çıkabilmenin gayretinde olsun.
Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede ise, kendilerine lûtuf ve ikramlarda bulunduğu o pek nasipli kullarını şöyle bildiriyor:
وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِح۪ينَ وَحَسُنَ اُولٰـئِكَ رَف۪يقًا
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine lûtuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69)
Elbette ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lûtuflarda bulunduğu bu kullarını zikretmesi boşuna değil! Çünkü Rabbimiz mü’minlerden, bu güzîde kulların hâlleriyle hâllenip rızâsı yolunda mesâfe kat etmelerini arzu ediyor.
Dolayısıyla;
Kul, evvelâ peygamberlerde bulunan sıfatlardan bir hisse alacak.
Meselâ «sıdk». İnsan, Elest Bezmi’nde verdiği sözüne sâdık olacak. Doğruluktan aslâ ayrılmayacak. İnsanlar arası münâsebetlerde sadâkat vasfını taşıyacak. Kendisi için; “Bu insan sâdıktır; sözü gibi özü de güzeldir, yalanı yoktur!” denecek. Çünkü dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği, diğer uzuvların hâl ve hareketlerine tesir eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Kalbi dürüst olmadıkça kulun îmânı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 198)
Peygamberlerde bulunan bir diğer vasıf «emânet». Mü’min emîn insandır. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz hakkında söylenen «Muhammedü’l-Emîn» tâbiri müşriklerin de dillerinden düşmezdi. Hattâ onlar emânetlerini kendi yandaşlarına değil, Rasûlullah r’e teslîm ederlerdi. Nitekim Hazret-i Peygamber r hicret edeceği zaman dahî üzerinde müşriklerin birtakım emânetleri vardı. Ve ölüm tehlikesine rağmen Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sahiplerine teslim ettirmişti.
Mü’min; bu hayatın insana sunulmuş en kıymetli bir emânet olduğu şuuruyla nefeslerini dâimâ hayırda tüketecek, şerden kaçacak. Yine İslâm nîmetinin, Rasûlullah r Efendimiz’den bizlere bir emânet olduğunu aslâ unutmayacak. Bu din emânetini iyi muhâfaza edebilmenin, Peygamber Efendimiz’e olan muhabbetimizin, dolayısıyla Allâh’a itaatimizin seviyesini gösteren bir ölçü olduğunu dâimâ hatırlayacak.
Diğer bir vasıf ise, «fetânet». Mü’min; akıllı, bilgili, zeki, uyanık ve firâset sahibi olacak. Aklını, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde kullanacak. Hiçbir zaman nefsinin ve şeytanın peşinde koşmayacak. Muhatabına idrâki seviyesinde hitap etmeyi bilecek. Bu hâl ise, kalben merhaleler kat etmekle mümkün olur.
Bir diğer vasıf, «ismet». Yani gizli-açık her türlü günaha düşmekten uzakta kalabilmek, mâsumluk. Peki, bizler mâsıyetlerden kendimizi ne kadar koruyabiliyoruz? Zira herkes, her an âhiret karnesini doldurmakta. Âhirete nasıl bir yükle gideceğiz? Bunun için kerahat ve yanlışlıklardan ne kadar kaçıyoruz? Rabbimiz’in bizlere emirleri olan, namaz, oruç, zekât, hac gibi zâhirî farzların îfâsında sergilediğimiz gayreti, bâtınî farzlar olan merhamet, şefkat, tevâzû, ihlâs, sabır, hayâ, adâlet, tefekkür vb. hususlarda da sergileyebiliyor muyuz?
Veya kumar, içki, zinâ, hırsızlık gibi zâhirî haramlardan kaçındığımız kadar, gurur-kibir, haset, riyâ, cimrilik, israf, tecessüs, gıybet, yalan vb. bâtınî haramlardan da ictinâb edebiliyor muyuz?
Peygamberlerde bulunan diğer bir vasıf ise «tebliğ». Mü’min, dâimâ emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker üzere yaşayacak. Rabbinin lûtfuyla gönlünde doğan îman nûrunu, karanlıkta kalmış bütün gönüllere ulaştırabilmenin gayretiyle çırpınacak. Dili ile tebliğ edecek. Hâli ile tebliğ edecek. Ticaretiyle tebliğ edecek. Tebessümüyle tebliğ edecek.
Âyet-i kerîmede kendilerine nîmet verilen kimseler olarak zikredilen bir diğer grup ise «Sıddîklar»dır. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz sıddîkların başıydı. Onun hayatına baktığımızda, her an Efendimiz’e olan derin bir sadâkat ve muhabbet görmekteyiz. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz, onun bu sadâkati sebebiyle Ebû Bekir t’ın dışında hiç kimseden malının tamamını infak etme isteğini kabul etmiyor. Yalnız onunkini kabul ediyor. Hattâ bir defasında:
“Ebû Bekir’in malından istifade ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım...” buyurması üzerine, Hazret-i Ebû Bekir t gözyaşları içinde:
“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.”[1] demek sûretiyle kendisini her şeyiyle beraber Hazret-i Peygamber’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu göstermiştir.
Yine bir defasında Allah Rasûlü r:
“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?” diye suâl edince de büyük bir îman vecdiyle:
“–Allah ve Rasûlü’nü (bıraktım yâ Rasûlâllah)!..” cevâbını vermiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)
İşte fedâkârlık… İşte aşk ve muhabbet… İşte sıddîkıyet…
Bizler de bu sadâkat, muhabbet ve teslîmiyetten hisseler almalıyız.
Âyet-i kerîmede ilâhî lûtuf ve ikramlara nâil oldukları bildirilen bir diğer zümre ise «şehidler»… Şehidler, Allâh’ın adını yüceltmek için canlarını fedâ eden kimselerdir. Rabbimiz, bu fedakârlıkları dolayısıyla âyet-i kerîmede onlar hakkında;
“Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler…” (et-Tevbe, 111) buyurmuştur. Bizlerin de fedakâr bir mü’min olmamızı arzu ediyor, Cenâb-ı Hak.
Yine âyet-i kerîmede ilâhî nîmetlere nâil olan zümrelerden biri olarak «sâlihler» buyruluyor. Demek ki sâlih veya sâliha olmamız şart. Rabbimiz kullarından sâlih amelleri kabul buyuruyor. Amelleri en güzel kıvamda istiyor kullarından.
Bir düşünelim:
Hakikaten yaptığımız her işi, her gayreti Allâh’ın rızâsını tahsil niyetiyle mi îfâ ediyoruz? Yoksa insanların teveccühlerini üzerimize çekmek, dünyalık bir mevkî kazanmak için mi yapıyoruz? Dîni, yalnız Allâh’a has kılabiliyor muyuz? Amellerimizde bir riyâ kokusu var mı? Buna dikkat etmemiz lazım.
Diğer taraftan insan, kendisine ihsan edilen nîmetleri, rızâsı yolunda sarf ederek kalben Allâh’a yaklaşır. Lâkin nefsânî arzularına dalanların, hevâ ve heveslerini ilâh hâline getirdikleri için gazaba uğramış olanların peşine düştükçe de Rabbinden uzaklaşır.
Cenâb-ı Hak, Fâtiha Sûresi’nin son âyetinde;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلّ۪ينَ
“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7) buyurarak bizleri gayr-i müslimlere benzemekten sakındırıyor.
Bugün ise -maalesef- gayr-i müslimlere benzememek şöyle dursun, onların kılık-kıyafetleri, yiyip-içtikleri moda oluyor.
Hâlbuki îman, lâyıkına muhabbeti, müstahakkına da nefreti gerektirir. Allâh’a, Rasûlullah r’e ve mü’minlere lâyık olan, muhabbettir; Allâh’ın düşmanlarına lâyık olan ise nefrettir. Bu, bir îman alâmetidir.
Dolayısıyla mü’min, gazaba uğrayanlara, yani İslâm’a düşmanlık edenlere karşı dâimâ vakarını korumalı, İslâm şahsiyet ve karakterini temsil edebilmeli.
Rasûlullah r Efendimiz hayatının hiçbir ânında gayr-i müslimlere benzememiştir. Ne ibadette, ne muâmelâtta, ne de giyim-kuşam hususunda. Bir misal kabîlinden zikretmek gerekirse, meselâ yahudîler saçlarını kısa tutunca kendileri uzatmış, onlar uzatınca da kendileri onlara muhâlefet için saçlarını biraz kısa tutmuşlardır. Lâkin bugün hânelerimiz, sokaklarımız, yabancıların kılık-kıyafetleriyle kaynıyor. Bizi biz yapan değerlerin mahsulü olan bol elbiseler değil de, yabancıların moda adı altında empoze ettikleri, vücut hatlarını belli eden, gençleri nefsin tuzağına iten kıyafetler her geçen gün artıyor.
Düğünlerimiz, kalplerin Kur’ân ile feyizyâb olduğu, ellerin semâya niyâz için açıldığı, fakir gönüllerin ikramlarla doyurulduğu, nezih bir ortamda yapılan sade ve gösterişten uzak dâvetler ile değil; sadece elit bir kesimin çağrıldığı, lüks ve israf yarışına girerek gösterişte bulunduğu merasimlerle yapılır hâle geldi.
İşte üç aylara girdiğimiz şu mübârek günlerde, Rabbimiz’in bizlerden istediği İslâm şahsiyetini sergilemeye daha çok îtinâ gösterelim. İlâhî lûtuflara nâiliyetle şereflenen ve îmânın halâvetini yüreğinde hisseden mü’minlerden olmaya gayret edelim.
Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki, İslâm mükemmeldir. Mükemmel olan bir şeyin, hiçbir hususta takviyeye veya tashihe ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla yegâne hak dîn olan İslâm’ın, muharref ve bâtıl dinlerden alacağı hiçbir şey de yoktur. Aslında bugün bütün dünya, -farkında olsun veya olmasın- İslâm’ın huzur ve saâdet reçetesine muhtaç ağır bir hasta durumundadır.
Rabbimiz, gönüllerimize bir asr-ı saâdet heyecanı lûtfeylesin. Cümlemizi ilim ile irfan, amel ile ihlâsın arasını cem edebilen, Cennet’te cemâliyle müşerref olan bahtiyar kullarından eylesin.
Âmîn!..
[1] İbn-i Mâce, Mukaddime, 11.
YORUMLAR