Cenâb-ı Hak, göklerde ve yerde olan her şeyi, bir takdir üzere halk etmiştir. En küçük atom parçalarından en büyük cesîm varlıklara kadar yaratılan her şey, bu ilâhî nizam dâhilinde hareket eder. Hiçbir varlık, “sünnetullah” veya “âdetullah” denilen bu nizâmın dışına çıkamaz. Lâkin sonsuz güç ve kudretin yegâne sahibi olan Rabbimiz, dilediği zaman bu nizâmı değiştirebilir. Nitekim insanlığı irşâd için gönderdiği peygamberlerine lûtfettiği mucizeler bunun bâriz bir misâlidir. Meselâ, deniz Mûsâ için yol olmuş, asâ ejderhaya dönüşmüş, Îsâ ve İbrahim için ölüler dirilmiş, gökteki ay Rasûlullah Efendimiz için ikiye bölünmüştür.
Bu hârikulâde hâdiseleri, asrımızın bilime haddinden fazla değer atfeden akılcı(!) insanı kabullenmekte zorlanabilir. Lâkin Allâh’ın kudret ve azametine îman eden bir mü’min için, kavramakta zorlanacak bir durum yoktur.
Rabbimiz, Hak yolunda riyâzat, mücâhede ve gayretleri neticesinde, bir ikram nev’inden, bazı velî kullarına da fevkalâde hâller olan kerâmetleri lûtfedebilir. Fakat unutulmaması gereken bir hakikattir ki, velîlerde görülen ve bir kısım insanların irâdelerine müsbet bir yön vermek maksadıyla zuhûra gelen kerâmetler, tâbî oldukları peygamberin bereketiyledir ve aynı zamanda onun mûcizelerinin bir nevî devâmı mâhiyetindedir.
Nitekim gerek asr-ı saâdette, gerekse daha sonraki zamanlarda vukū bulan tasarruf ve kerâmetlere şâhid olan pek çok kimse, “Velîsi böyle olan bir dînin, nebîsi kim bilir nasıl olur!..” diyerek kerâmetin asıl merkezini te’yîd ve tasdik etmişlerdir.
Allah dostlarından zuhûr eden kerâmetler iki kısımdır:
1) Kevnî ve sûrî kerâmet: Bunlar, tayy-i mekân, ortada bulunmayan bir eşyayı göz önüne getirme, vahşî hayvanlara iş gördürme gibi, madde âleminde meydana gelen hârikulâde hâllerdir.
Allah dostları, bu tip kerâmetlere ehemmiyet vermezler. Onu, zarûret dışında izhâr etmeyi de hoş karşılamazlar. Çünkü bu hâl, halkın hayranlık ve alkışlarını celbeder. Câhil kimseler, artık her şeyi o velîden beklemeye başlar. Bu ise, kalbe zehir saçan şöhret ve gurur âfetini beraberinde getirir. Bu sebeple velî zâtlar, bu tip kerâmetlere meyletmez, fakat mecbur kalırlarsa da mümkün mertebe bu hâllerini gizlemeye çalışırlar.
2) Mânevî kerâmet: İlim, ahlâk, ibadet, mârifet ve takvâda mesâfe katederek, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesinin muhtevâsından hisse alabilmektir.
Her ne kadar halk, bu kerâmet türlerinden birincisine rağbet ederse de aslında makbûl olan ikincisidir. Zira tasavvuf ehli ittifak etmişlerdir ki; “En büyük kerâmet, bütün güçlüğüne rağmen istikâmeti muhafaza etmektir.”
Pek çok kerâmeti nakledilmekle birlikte Bâyezîd-i Bistâmî kerâmete değil, istikâmete ehemmiyet verir ve şöyle buyururdu:
“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhâfaza ediyor mu, şer’î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!”
Zira Cüneyd-i Bağdâdî g’ın buyurduğu gibi:
“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa, bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.”
İstidraç ise, kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bazı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâllerdir. Bunlar birer ilâhî imtihan olup onları helâke sürükler.
Kulluk hayatında mühim olan, kerâmete ulaşmak değil, Kerîm olan Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmaktır. İstikâmet üzere olmayan bir sâlikin kerâmet elde etmek için çırpınışı boşunadır.
Bu hususta Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“İstikâmet ve gayret, sayısız keşif ve kerâmetten efdaldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşif ve kerâmet, dînin emirlerine riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa, belâ ve fitneden başka bir şey değildir.”
Keşif ve keramet sahibi olmak, son nefesin îmân ile gerçekleşeceğinin de bir garantisi değildir. Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin, talebelerinden birine kerâmetle ilgili yaptığı şu vasiyet çok câlib-i dikkattir:
“İlim, hâl ve irfân seviyenin yüksekliğine aldanma! Bel’am bin Bâûrâ’nın Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makâma geldikten sonra başına neler geldiğini hatırla!”
Onun ibretli hâli Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifâde buyrulur:
“…Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: «Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.» İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A‘râf, 176)
Bu sebeple sahâbe-i kirâm, her nefes âhiret endişesi içerisinde yaşamışlardır ki, şu hâdise, bu hâlin mânidar bir misâlidir:
Rivâyete göre, iki kişi, Selmân-ı Fârisî’a selâm verip:
“–Sen Rasûlullah r’in ashâbından mısın?” diye sormuşlardı.
Allah Rasûlü rʼin çok sevdiği ve; “Selman bendendir, Ehl-i Beytʼimdendir.”[1] buyurduğu o güzîde sahâbî, gönlündeki “son nefes” endişesiyle:
“–Bilmiyorum!” cevâbını verdi.
Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler. Selman t sözlerini şöyle açıkladı:
“–Evet, ben Rasûlullah r’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilecek olan kişidir.” (Bkz. Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
t Pek çok rivâyette peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekirʼın, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz sadâkati, müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir.
Nitekim birçok defa servetinin tamamını Efendimiz r’e getirip Allah yolunda kâ‘bına varılmaz bir infak örneği sergilemiştir.
Rasûlullah Efendimiz’in:
“–Âilene ne bıraktın ey Ebû Bekir?” suâline de büyük bir aşk heyecanı içerisinde:
“–Onlara Allah ve Rasûl’ünü bıraktım.” mukâbelesinde bulunmuştur. (Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)
Hattâ bir gün Efendimiz r’in:
“Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım...” nebevî iltifatına cevâben, gözyaşları içerisinde:
“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.”[2] demek sûretiyle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etmiştir.
Hakk’a vâsıl olmak için istikâmetten başka bir yol olmadığı gibi, her hususta istikâmeti muhâfaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun lâyıkıyla yerine getirilmesi kadar zor olan hiçbir emir yoktur. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın, istikâmet ehline müjdesi de büyüktür:
“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır.» deyip sonra istikâmet üzere bulunanların üzerine melekler iner ve onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin! Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz. Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ın bir ikrâmı olmak üzere, orada canınızın çektiği ve arzu ettiğiniz her şey sizin için hazırdır.» derler.” (Fussilet, 30-32)
Süfyân bin Abdullâh t şöyle anlatır:
Rasûlullâh’e:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı öyle bir anlat ki, onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dedim. Efendimiz:
“–Allâh’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. (Müslim, İmân, 62)
Hiç şüphesiz ki dosdoğru olmak, ancak Efendimiz’e tâbî olmakla gerçekleşir. Zira Cenâb-ı Hak, O’nun hakkında:
“(Sen) doğru yol üzerindesin.” (Yâsîn, 4) buyurmaktadır. Bu sebeple ashâb-ı kirâm da ömürlerini;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsında yaşayıp, bütün hâl ve davranışlarında Efendimiz’le beraber olabilmenin gayreti içerisinde bulunmuşlardır.
Velhâsıl Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp emrolunduğu gibi dosdoğru olabilmek, yani istikâmet üzere yaşayabilmek, bu zamanın en büyük kerâmetidir. Çünkü Hak katında makbûliyet, kulluktaki istikâmet nisbetindedir.
Rabbimiz bizleri son nefesimize kadar istikâmetten ayırmasın. Bir gölgenin sahibine olan bağlılığı gibi, bizleri Rasûlullah r Efendimiz’e râm eylesin.
İdrâk etmekte olduğumuz Ramazân-ı Şerîfʼin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmeyi, ilâhî af, mağfiret ve inâyete nâil olarak ebedî bir bayram sürûru yaşayabilmeyi ihsân eylesin.
Âmîn!..
[1] İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa‘d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447; Heysemî, VI, 130.
[2] İbn-i Mâce, Mukaddime, 11.
YORUMLAR