Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile Mülâkat -4 Sevilen Bir Eğitimcinin Vasıfları KIZIM, RÂM OLURSANIZ MUVAFFAK OLURSUNUZ!
Efendim, eğitimci olan kardeşlerimiz bazen gittikleri yerlerde kendileri ile aynı gönül dünyasında insanlarla karşılaşamayabiliyorlar. Böyle olunca da kendilerini yalnız hissedip bedbinliğe düşebiliyorlar. Bu kardeşlerimize neler tavsiye edersiniz?
Güçlü bir eğitimci, muhtaç olduğu insanı kendisi inşâ edebilendir.
Şâzelî meşâyıhından Derkāvî g anlatıyor:
“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Dedim ki:
«Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım...»
Bana üstâdımın cevâbı şöyle oldu:
«Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin.)»”
Kızım, râm olursanız, muvaffak olursunuz. Aşk olmadan meşk olmaz; râm olmadan sahip olmak mümkün değildir.
وَالْفَجْر “Fecre (canlıların uyandığı zamana) and olsun.” (el-Fecr, 1) buyruluyor. Her yeni gün, bizler için ömür takvimimizden açılmış tertemiz bir sayfadır. Önündeki beyaz sayfayı en güzel şekilde doldurmak, kişinin kendi elindedir.
Eğitim, gelip geçici bir sevdâ değildir. Son nefese kadar aşk ve vecd ile îfâ edilmesi gereken yüce bir vazifedir. Bu itibarla eğitimcinin azığı sabır; dayanağı, barınağı ve sığınağı Mevlâ olmalıdır. Peygamber Efendimiz r de son nefesinde bile tebliğ hâlindeydi: “Namaz, namaz, namaz, elinizin altındakilerin hukûkuna dikkat edin…”[1] buyurarak Refîk-ı Âlâ’ya kavuştu.
Dünya âleminde sabrın en güzel okunacağı bir manzara; beton duvarın arasından çıkan incir ağacıdır. “Ne yapayım, kâbiliyet yok, devran bozuk, kimse gelmiyor!” diye mazeret üreten eğitimciye Cenâb-ı Hak, taş duvarın içinden incir ağacını çıkararak, o ağaçtan meyve yetiştirerek cevap veriyor. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)
Ebû Talha t şöyle nakleder:
“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. Açlıktan iki büklüm olmuş, belini dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı. Bu hâlde Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretiyordu.”[2]
Sahâbe işte bu hâli örnek aldı ve Medîne Kur’ân üstatlarıyla doldu.
Efendim az önce bahsettiğiniz üzere, “Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın!” düsturundan yola çıkarak dünyanın çeşitli yerlerinde hizmet eden kardeşlerimize husûsî tavsiyeleriniz var mıdır?
Dünyanın dört bir yanında hizmet eden kardeşlerimiz, evvelâ, az önce bahsettiğimiz gibi ihlâs, takvâ, sabır ve sebatın en büyük azıkları olduğunu bilecekler ve bir peygamber mesleği icrâ ettiklerinin şuurunda olacaklar. İçlerinden:
“–Allah Rasûlü r beni 1400 yıl sonra buraya bir temsilci olarak gönderdi. Ben geldiğim bu yerde âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere, «yeryüzünde Allâh’ın şâhidi» olup dînimi temsil edeceğim!” diyecekler.
Meselâ Câfer-i Tayyâr Hazretleri’ni düşünecek… Habeşistan’da on üç sene Peygamber Efendimiz’in hasreti ile kaldı. Geri döneyim demedi. Bunlar bize misal...
Mahlûkat içinde terbiyeye en çok muhtaç olan, insandır. Hayatta en zirve sanat da insan yetiştirmektir. Bu da peygamberlerin sanatı ve mîrasıdır. İşte bir mü’min daima arkasında yetişmiş insan mîrası bırakmakla huzur bulacak; dünyevî bir muvaffakıyeti için değil!..
Dünyada çalışacak, kazanacak, ama bütün bunları âhireti için kullanacak... Peygamber Efendimiz r hicretin yedinci senesine kadar, gönülleri ikmâl için ashâbını fazîletlerle donattı, onların tahsil ve terbiyesine çalıştı. Bu sebeple önce gönüllerin Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti ile tezyîn olması lâzım!. Ardından mesûliyet duygusu ile dolmak... Bu, çok mühim bir hâdise…
Peygamber Efendimiz hicretin yedinci yılında krallara İslâm’a dâvet mektubu gönderiyordu.
“–Bu mektubu kim götürür?” dediği zaman, ashâb-ı kirâm, birbiriyle yarışırcasına ve hiçbir şey düşünmeden:
“–Ben götürürüm!” diyorlardı.
Tek hedefleri vardı: Allah Rasûlü’nün gönlünde bir yer edinmek!..
Bu gönülle kralların huzuruna çıktılar, içlerinde şehid olanlar da oldu. Tâ Çin’e, Afrika’ya, Kayrevan’a, kısacası insan olan her yere Allah Rasûlü’nün kendi gönüllerine aktardığı pozitif enerjinin, yani feyiz ve rûhâiyetin hazzı ile gittiler. Bu yüzden bıkma, usanma ve yorgunluk gelmedi onlara.. Bir kişinin hidayeti ile sevindiler. Bütün dünyevî zevkler kurudu, âdeta bir çakıl taşına döndü. İşte bizim de gönüllerimiz bu muhabbetle dolarsa, bitmek bilmeyen bir enerjimiz olur.
Efendim, eğitimcinin gönül dünyası nasıl olmalı ve bu gönül dünyasını nasıl inkişaf ettirmelidir?
Eğitimci; gönüllerde hayranlık hissi uyandıran sağlam bir karakter sergilemeli, rûhundan rahmet taşırmalı, yüreğinden feyz, rûhâniyet ve pozitif enerji tevzî etmelidir. Zira insanlar, sağlam karakterli, vakur, örnek şahsiyetlere hayran olur ve onların izinden giderler. Güven ve îtimâdın olmadığı yerde yüksek keyfiyetli bir eğitim olmaz.
Ebu’l-Âliye şöyle der:
“Biz, kendisinden (hadîs) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, namaz kılışına bakardık. Eğer namazını güzel kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar!» diyerek yanına otururduk.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)
Neden namaz kılışlarına bakıyorlar?
Çünkü namaz kılan insanı Allah münker ve fahşâdan alıkoyar, o kişinin sıdkıyeti artar. Hâl ve kāli, yani söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmayan bir kimsenin insanları iknâ edebilmesi mümkün değildir.
Ziyâ Paşa der ki:
“Âyinesi iştir kişin, lâfa bakılmaz!”
Sırf akıllarıyla hüküm veren feylesoflar:
“–Bana göre böyledir!” derler. Peygamberler ise; vahye istinâd ettikleri için:
“–Allah böyle emrediyor!” derler.
Feylesoflar birbirlerini tekzip edip teorilerini çürüterek gelirler. Peygamberler ise, vahye dayandıkları için dâimâ birbirlerini tasdik ve takviye ederek gelmişlerdir.
Pratiği olmayan teoriler bir kıymet ifâde etmez. Pek çok feylesofun teorileri, ancak satırlar arasında kalmıştır. Feylosoflar ve sistemleri gelip geçer. Peygamberler ise devam eder.
Büyük mütefekkir Muhammed İkbâl, güve ile kelebeği mecâzen misal verir. Onları temsîlî bir üslupla konuşturur:
Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin eseri olan ve fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbus dolu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın...”
Güvenin bu feryâdına mukâbil, pervâne, güveye yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:
“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”
Yani pervâne, güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:
“–Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
İşte nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye için, bir mâneviyât güneşinin etrâfında pervâne misâli derin bir muhabbet ve aşkla dönmek, üstün bir gayret ve hizmet ömrü yaşamak îcâb eder.
Eğitimci, öğrendiği ve başkalarına tavsiye ettiği güzelliklerle evvelâ kendi hayatını süsleyerek, bu hususta canlı bir örnek olmaya gayret etmelidir. Efendimiz r ilk defa kendisinin müşrikler nazarında bile emîn ve sâdık olduğunu tescil ettirdi. Sonra tebliğine başladı.
Eğitimci, talebesini kendisine bir emânet telâkkî etmeli ve onun mes’ûliyeti içinde olmalıdır. Nasıl ki bir çoban, sürüsünden bir kuzuyu kurda kaptırmamaya gayret ederse, bir eğitimci de bu şekilde olacak, âhir zaman kurtlarına ve handikaplarına talebesini kaptırmayacak. Talebesinin kalbini ihyâ edecek, vîrâneye çevirmeyecek.
Gönlü feyz ve rûhâniyet dolu bir öğretmenin talebelerine yaptığı tesir; tıpkı gül, karanfil ve nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen meltemlerin gittikleri her yere, gönüllere bahar ferahlığı veren latif râyihalar götürmesi gibidir.
Bize teslim edilen her insana, “emânet şuuru”yla bakacağız. Onları bize emanet edenin, yani Cenâb-ı Hakk’ın bizdeki kıymeti nisbetinde, onlarla ilgilenip, dertlerine dermân, sadırlarına şifâ olacağız. Özellikle gönüllerini îman neşvesiyle doldurabilmenin gayretiyle hareket edeceğiz.
Kâmil bir insanın üç husûsiyeti olacak:
- Kur’ân ve Sünnet kültürüne vâkıf olacak ve yaşayacak.
- Tarih şuur ve kültürüne sahip olacak, sebepler ve neticeler mantığını geliştirecek.
- Edebiyat kültürüne sahip olacak; “kavlen belîğâ / tesirli bir ifade” kullanacak.
Eğitimci, affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışan bir gönül eri olmalıdır. Günaha olan nefreti günahkâra taşırmamalıdır. Günahkârı gönül sarayında ıslah etmelidir. Zira eğitimci, talebelerinin ayıplarını araştıran değil, ayıp ve kabahatlerini örterek onları ıslâha çalışan kişidir.
Herkes güzel bir alâkaya ve teveccühe muhtaçtır. İnsanlara gösterilen güzel alâka, düşman olanın düşmanlığını azaltır, dost ve yakın kimselerin ise muhabbet ve yakınlığını artırır. Efendimiz r yeni müslümanlara ve “müellefe-i kulûb”a daha çok ihsân ederdi. İnsan, ihsâna muhtaçtır.
Eğitimci, talebeleriyle geçirdiği her ânı, son nefesi gibi hissederek iyi değerlendirmeli, hamd ve şükür duyguları içinde olmalıdır.
İnsan, üç ihtiyaçla dünyaya gelir: Gıdâ, mürebbî ve ilim…
Bir çocuk, dünyada ebeveyn ve öğretmeninin vereceği eğitime muhtaçtır. Âhirette ise ebeveyn ve öğretmen, yetiştirdiği çocuktan gelecek her türlü hayır-duâ ve sadaka-yı câriyeye muhtaçtır. Yetiştirilen evlâdın veya talebenin, seyyie-i câriye olmamasına dikkat etmek îcâb eder.
Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır:
Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasıyyet, 14)
[1] Beyhakî, Şuab, VII, 477.
[2] Ebû Nuaym, Hilye, I, 342.
YORUMLAR