t Îmân ile aynı kökten gelen emânet, bir mü’minin alâmet-i fârikasıdır. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz’e;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müslümanların en fazîletlisi kimdir?” diye soran Ebû Mûsâ t’a, Efendimiz r şöyle karşılık vermiştir:
“–Dilinden ve elinden müslümanların emniyette olduğu kimse.” (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64, 65)
Bu itibarla mü’min; îmân eden, emânet edilen, îtimat telkin eden ve güvenilen kimse demektir. Ayrıca emânet ve sadâkat vasıfları olmadan, toplumun huzuru, dînin ve dünyanın ıslâhı düşünülemez.
Diğer taraftan, emîn olmayan ve sözünde sadâkat göstermeyen kimseler hakkında hadîs-i şerîfte şu dehşetli îkaz sâdır olmuştur:
“Emâneti olmayanın îmânı da yoktur.” (Ahmed, Müsned, III, 135)
t Peygamber Efendimiz r, sergilediği güzel ahlâk dolayısıyla câhiliye Arapları’nın dahî o derecede îtimâdını kazanmıştı ki, O’nu gençliğinde bile “el-Emîn” ve “es-Sâdık” vasıflarıyla tavsîf etmişlerdi. Hattâ Allah Rasûlü’nün amansız bir düşmanı olan Ebû Cehil O’na bir gün:
“−Yâ Muhammed! Ben Sana, yalancısın demiyorum. Fakat şu getirdiğin dâvetini istemiyorum...” diyerek Efendimiz’in doğruluğunu vicdânen kabûl ettiğini, fakat hidâyet dâvetine icâbet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirâf etmişti.
Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:
“…(Rasûlüm!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 33)
t Hiç şüphesiz ki insan, sevdiği kimsenin emânetine daha çok îtinâ gösterir. Ona en ufak bir zarar gelmesini arzu etmez. Tâbiri câizse, ona gözü gibi bakar.
Ümmetini çok seven ve bu sevgisini;
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbi, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…”[1] sözleriyle dile getiren Allah Rasûlü r Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde de;
“Size iki emânet bırakıyorum.” buyurmuş ve bunların; “Kitap ve Sünnet” olduğunu ifâde buyurmuşlardır.[2] Dolayısıyla bizim Kur’ân ve Sünnet’e olan bağlılığımız, o emânetlere gösterdiğimiz ehemmiyetimiz ve onları hayatımıza nakşedebilmemiz; Rasûlullah r Efendimiz’e olan sevgi ve sadâkatimizin bir göstergesi olmaktadır. Unutmayalım ki, Rasûlullah r Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde ashâbın şahsında bizlere şu mühim tavsiyede bulunmuştur:
“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
t Kur’ân ve Sünnet emânetini lâyıkıyla taşıyabilmek, yani İslâm’ın karakter ve şahsiyetini yansıtabilmek, her şeyden önce sadâkat, yani doğrulukla mümkündür.
Ashâb-ı kirâm bu hususa o kadar ehemmiyet göstermişlerdir ki, bazen bir hadîs alabilmek için bir aylık mesafeyi katetmiş olsalar bile, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip onu kandıran kişinin bu davranışını bir şahsiyet zaafı telâkkî etmiş ve böyle kimselerin ahlâkını mûteber görmemişlerdir. Yani bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma duygusu taşıyan kişiyi, Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsında yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmemişlerdir.
Çünkü mü’mine yakışan; sözünde, özünde ve niyetinde doğru olmaktır. Emânet ve sadâkat ehli bir kimseye, herkes îtimat eder. Nitekim Uhud Harbi’nde müslümanlarla müşrikler karşı karşıya gelmişlerdi. Harbin sonrasında düşman ordusunun lideri Ebû Süfyan uzaktan:
“–Ey Ömer! Sana Allah adına and veriyorum, biz Muhammed’i öldürdük mü?” diye merakla sordu. Hazret-i Ömer t:
“–Vallâhi, hayır! Öldürmediniz! Şimdi O, senin söylediklerini dinliyor!” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyan şu ifadeleriyle emîn ve sadâkat ehli bir müslümanın yüksek şahsiyetini beyan etmiş oldu:
“–Sen bana göre, Muhammed’i öldürdüğünü söyleyen kendi adamımız İbn-i Kamia’dan daha doğru sözlü ve daha iyisindir!” (İbn-i Hişam, III, 45; Vâkıdî, I, 296-297; Ahmed, Müsned, I, 288; Heysemî, VI, 111)
t Sahâbe-i kirâmın hayatı, zirve seviyede yaşanmış sadâkat misalleriyle doludur. Bedir Muharebesi öncesinde Muhâcir ve Ensâr’dan söz alan bazı sahâbîlerin Allah Rasûlü’ne hitapları ve O’nun yanındaki kararlı tavırları, onların Hazret-i Peygamber’e sadâkatlerinin, İslâm’a olan bağlılıklarının en güzel bir göstergesidir.
Bu konuşmalardan birini de Ensâr’ı temsilen Sa’d bin Muâz t yapmış ve şunları söylemiştir:
“Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana îmân edip, Sen’i tasdik ettik. Getirdiğin her şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözüne uymak konusunda söz verdik.
Ey Allâh’ın Peygamberi! Allâh’ın emrini uygula (biz Sen’inle beraberiz). Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin olsun ki, Sen şu denize dalacak olsan biz de Sen’inle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz.
Dilediğinle görüş, dilediğinle irtibatını kes. Mallarımızdan dilediğini al. Doğrusu mallarımızdan aldığın, bizim için bıraktığından daha hoştur.” (Vâkıdî, Megâzî, I, 48-49)
Bu sözleriyle Sa’d t hem Hazret-i Peygamber’in hem de bütün mü’minlerin gönlünde taht kurmuş ve Allah Rasûlü’ne sadâkatin nasıl olması gerektiği hususunda tarihe not düşmüştür.
t Rasûlullah r Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bana şu altı şey hakkında söz verin, ben de sizin Cennet’e gireceğinize kefil olayım:
- Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!
- Vaatte bulunduğunuz zaman yerine getirin!
- Emânet hususunda güvenilir olun!
- İffetinizi muhafaza edin!
- Gözlerinizi haramdan koruyun!
- Ellerinizi haramdan uzak tutun!” (Ahmed, Müsned, V, 323)
t İmâm Mâlik g naklediyor:
Bana anlatıldığına göre, bir gün Lokman Hakîm’e:
“–Sende gördüğümüz (meziyet ve fazîletlerin kaynağı) nedir?” diye sorulmuştu.
O da şu cevâbı vermişti:
“–Doğru sözlülük, emâneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeyi terk etmek ve ahde vefâ göstermek.” (Muvattâ, Kelâm, 17)
t Bir kişinin çevresine güven vermemesi, îmânının zayıfladığına, haysiyetini yitirdiğine ve İslâmî hassâsiyetlerini kaybettiğine işarettir. Artık onda îmânın sadece adı kalmış, ibadetlerinin içi boşalmış, elinde samimiyetsiz ve riyâkâr bir görüntüden başka bir şey kalmamıştır. Hazret-i Ömer t bu hususu şöyle ifâde eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyaya meylettiği zaman helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)
Yine bir gün, bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birinden övgüyle bahsediyordu.
Ömer t:
“–Onunla hiç yolculuk, komşuluk veya ticâret yaptın mı?” şeklinde suâller sordu. Adam her seferinde “hayır” cevâbını verince Hazret-i Ömer:
“–Allâh’a yemin ederim ki, sen onu tanımıyorsun.” buyurdu. (Gazâlî, İhyâ, III, 312)
Çünkü insanları tanıyıp değerlendirmede en çok dikkat edilecek hususlar bunlardır. Zira kişinin sağlam bir karakter sahibi olup olmadığı ve mânevî seviyesi, onun beşerî münâsebetlerinde, hâl ve davranışlarında kendini gösterir.
t Günlük hayatında bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, kendisine cezâ veremeyecek bile olsa bir çift cılız göz dolayısıyla nice yanlış söz ve davranışlarından el çeker. Hâlbuki ona şah damarından daha yakın olan Cenâb-ı Hakk’ın kendisini her an gördüğünü unutuverir!
Hâlbuki bu insan, ilâhî müşahedenin altında bulunduğunu hakkıyla idrâk etse, o ilâhî kudretin hilâfına bir iş yapabilir mi? Allâh’ın râzı olmayacağı bir tek sözü bile söylemeye ve hattâ bunu aklından geçirmeye bile cesaret edebilir mi? Asla...
İşte asr-ı saâdetten bu hâle muhteşem bir misâl:
Bir gece vakti Hazret-i Ömer t, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını geziyordu. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini çekince ansızın durakladı. Bir ana, kızına:
“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kızın cevâbı ise şu oldu:
“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?”
Bu defa ana, kızının sözlerine sert çıkarak:
“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe, süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.
Ancak gönlü Allah sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmeyerek şöyle dedi:
“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allah da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..”
t Velhâsıl dünyada sâdık ve emîn olarak yaşayanlar, hakîkî karşılıklarını herkesin yardıma en fazla muhtaç olduğu kıyâmet gününde alacaklardır. En sıkıntılı anlarında imdatlarına yetişen bu güzel vasıfları sâyesinde selâmete ereceklerdir. Zira Allah Teâlâ o günü;
“…Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119) şeklinde tavsîf eder. Yine âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere o gün;
“…Allah Teâlâ, sâdık erkek ve kadınlara, mağfiret ve büyük bir ecir hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 35)
Rabbimiz, bizleri Kur’ân ve Sünnet emânetine sadâkatle sahip çıkan, onları yaşayan ve yaşanmasında gayret gösteren sâlih kulları zümresine ilhâk eylesin.
Âmîn!..
[1] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414.
[2] Muvattâ, Kader, 3.
YORUMLAR