t Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmaktadır. Müʼmin, dâimâ bu hakîkatin tefekkürü içinde yaşamalıdır.
Zira son nefesimizin zamanı meçhul… Dolayısıyla bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için, gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için, dem, bu demdir. Her hâlimiz ilâhî kameralar tarafından kaydedilmekte ve kıyâmet günü bize verilecek olan dosyamıza kirâmen kâtibîn melekleri tarafından, hiçbir eksik bırakılmadan yazılmaktadır. Nitekim bu hakikat şöyle bildirilmektedir:
“Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. «Vay hâlimize!» derler, «Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!..»” (el-Kehf, 49)
t Sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz ve o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız gerektiği, hadîs-i şerîflerde bizlere şöyle telkin ediliyor:
“Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, (Kur’ân ve Sünnet) ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayatını!” (Buhârî, Rikâk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
t Hamd olsun, bir Ramazân-ı Şerîf’in daha af ve mağfiret iklimine giriyoruz…
Peygamber r Efendimiz’in beyânıyla:
“Kim, inanarak ve sevâbını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini (ihlâsla) ihyâ ederse geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Terâvih, 46) buyurduğu bereketli bir mevsimdeyiz…
t Hazret-i Ömer t’ın; “(İlâhî mahkemede) hesaba çekilmeden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) diyerek kendini hesaba çekmesi gibi, bizler de soralım kendimize:
–Bu rahmet ayının teşrîfiyle bizim de gönüllerimizde merhamet pınarları kaynamaya başladı mı?
–Gözlerimiz ihtiyaç sahiplerini bulmak için büyük bir gayret içerisine girdi mi?
–Dilimiz, yüreklere huzur ve muhabbet tevzî ediyor mu?
–Kalbimiz, kimsesizlerin, gariplerin ve yalnızların feryatlarını işitmek için gayret sarf ediyor mu?
t Şeyh Sâdî Hazretleri şöyle diyor:
“İyilik yap, yarın kıyamette dîvan kurulacak ve herkese iyiliğine göre makam verilecektir.”
t Bir sahâbî Rasûlullah r Efendimiz’e:
“–Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Rasûlâllah?” diye sormuştu.
Hazret-i Peygamber r de şöyle buyurdular:
“–Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır...” (İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Çünkü esasında ölümle, dünyaya âit bütün arzular yok olacak. Asıl mârifet, ölmeden evvel nefsânî arzulardan ve dünya ihtirasından vazgeçebilmektir. Bu sebeple de şöyle buyrulmuştur:
“Ölmeden evvel ölünüz!”
t Unutmayalım ki;
Doğan her fecir, ömür defterinden beyaz bir sayfanın daha açılışı... Bugün yaptıklarımızı, mahşerde satır satır okuyacağız…
Gökteki takvimler hiç durmuyor. Duvarlarımızdaki takvimler de birer birer tükenmekte... Haftalar, aylar bitmekte, yıllar değişmekte... Gâfiller; günlerini gün etmenin derdiyle ömürlerini çürütürken; ârif gönüller; «Acaba Ramazân-ı Şerîf’in af ve mağfiret iklîminden tertemiz çıkabilir miyim?» suâlinin endişesinde...
t Muallâ bin Fadl şöyle naklediyor:
“Selef-i sâlihîn, Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)
t Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir rahmet ve bereket iklimine girerken kalbî hazırlığımızı muhâsebe etmek durumundayız.
Meselâ namazlarımız nasıl olacak?
Rabbimiz “Secde et ve yaklaş!”[1] buyuruyor. Bizim her secdemiz Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımızı artıracak mı bu Ramazân-ı Şerîfʼte?
“Bir vecd ile bin secde” edebilecek kalbî kıvamdan ne kadar nasîb alabileceğiz?
Felâha eren kulların, namazı “huşû” ile kıldıkları haber veriliyor.[2] Biz ne durumdayız?
Âyet-i kerîmede;
“…Namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyrulmuşken, namazlarımız bizi nefsânî vitrinleri seyretmekten, televizyonun menfî programlarını izlemekten, internetin çıkmaz sokaklarında savrulmaktan ne kadar koruyor?
Çünkü;
“Defteri sağdan verilenler Cennetler içindedirler. Günahkârlara:
«–Sizi şu yakıcı ateşe (Sekar Cehennemiʼne) sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Suçlular derler ki:
«–Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu yedirmezdik (fukaraya infâk etmezdik), bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık, cezâ gününü de yalanlardık. O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 39-48)
Peki, bizim namazlarımız nasıl? Hangi kıvam içerisinde…
t İkinci büyük peygamber olan İbrahim u’ın derdi, kendisinin ve zürriyetinin Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıracak bir kıvamda namaz kılabilmesi idi. Bunun için Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ediyordu:
“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!” (İbrahim, 40)
Biz namazlarımızı bir mecburiyet savar gibi mi, yoksa Rabbimizʼin huzûrunda kulluğumuzun kabûlü için yüreğimizin titrediği yüce bir mîrac ufkunda mı kılıyoruz?
t Bir mütefekkirin güzel bir tâbiri vardır:
“Namaz, (aynı zamanda) psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.”
Cenâb-ı Hak, « فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ / Allâh’a koşun» buyuruyor. (ez-Zâriyât, 50) Namaz en büyük güce sığınmaktır.
Yine oruç, (zekât ve infak) gibi ibadetlere devam eden bir toplumda sosyolojik buhranlar olmaz. O toplumda dâimâ huzur, emniyet, nezâket, zarafet, incelik ve hassasiyet vardır.
t Oruç, nîmetlerin kadrini hatırlatır. Belli bir süreliğine de olsa açlığı tattırdığından, toplumdaki açların hâlinden anlamayı temin eder. Dolayısıyla gönüllerde şefkat ve merhameti inkişâf ettirir.
t Bir mü’min, imkânları nisbetinde açları doyurmaya bizzat gayret etmekle birlikte, toplumda bu mühim vazifenin yerine getirilmesi için de gayret göstermeli, diğer insanları da bu hayra teşvik etmelidir. Zira Rabbimiz, açları bizzat doyurmayan kişiler bir yana, kendisi doyurduğu hâlde diğer insanları da bu hayra teşvik etmeyen kimseleri dahî âyet-i kerîmede ihtâr ediyor. (Bkz. el-Fecr, 18)
Yine amel defteri solundan verilip de hüsrâna uğrayan mücrimden bahsederken de:
“Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi.” (el-Hâkka, 34) buyuruyor.
Bizler de; “Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki onu bana zimmetli kıldı!” diyebiliyor muyuz?
t Oruç için “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyrulmuş ve oruçtan gâyenin takvâya ermek olduğu ifâde edilmişken, oruçlarımız bizi ne kadar takvâ hassasiyetine sevk ediyor?
Orucu midemize, gözlerimize, kulaklarımıza, bilhassa dilimize tutturabiliyor muyuz? Zira Efendimiz “Ya hayır söyle, yahut sus!” (Hâkim, IV, 319/7774) buyuruyor.
t Rabbimiz, Peygamber r Efendimiz’in en yüce bir ahlâk üzere olduğunu bildiriyorken, bizim O Gönüller Sultânı’na ahlâkî yakınlığımız ne kadar?
Nezâketimiz, tevâzuumuz, merhametimiz, affediciliğimiz hangi seviyede?
Meselâ şahsımıza karşı bir kusur işlendiğinde, hemen nefsânî bir öfkeye mi kapılıyoruz; yoksa tavrımız, Rabbimiz’in buyurduğu gibi:
“…Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” (Âl-i İmrân, 134) şeklinde, yüksek bir fazîlet olarak mı tezâhür ediyor?
Nefsi adına öfkelenmek, Rasûlullah r Efendimiz’in hayatında olmayan bir vasıf. Sadece İslâm’a aykırı bir hâl varsa, ilâhî hudutlar çiğneniyorsa, mukaddesâta saldırı varsa yahut umûmun hakkı yeniyorsa, bu durumda öfkeye müsaade vardır. Bu ise îmandan doğan, şeytânî değil Rahmânî bir öfkedir.
t Hâlimizi bir gözden geçirelim: Allah Rasûlü’nün yüce şahsiyet, karakter ve ahlâkında olmayıp da bizde bulunan ne gibi zaaflar içindeyiz? Bu zaaflarını aşmadan, O’nun izinden yürüdüğümüzü nasıl söyleyebiliriz? Cenâb-ı Hak, O’nu bize, örnek alalım diye lûtfetmedi mi?..
t Mânevî kazancın en bereketli mevsimi olan Ramazân-ı Şerîf, Rabbimizʼin bize bir Cennet dâvetidir. Bu dâvete icâbet etmekte gaflete düşmeyelim.
t Kur’ân-ı Kerîm’in dünya semâsına indirildiği bu mübârek ayda, kulluk hayatımızı Kur’ân ölçüleriyle bir daha gözden geçirelim.
Kur’ân-ı Kerîmʼin indirildiği bu mübârek ayda, onun yalnızca tilâvet ve “mukâbele”siyle yetinmeyip “muâmele”siyle de meşgul olalım.
t Kur’ân-ı Kerîm’le kemâle erebilmek için, bilhassa şu üç hususa dikkat etmemiz lâzım:
Birincisi; “HURUF” yani düzgün bir kıraatimizin olması. Zira kıraatsiz bir namaz olmaz.
İkincisi; “HUDUT”. Kurʼânʼın bildirdiği hudutlara, emir ve nehiylere titizlikle riâyet edilmesi.
Üçüncüsü ise “HULK” yani Kurʼân ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Yani Peygamber Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Zira Hazret-i Âişe Vâlidemizʼin ifâdesiyle; “Oʼnun ahlâkı Kurʼânʼdır.” (Müslim, Müsâfirîn 139)
Yine, gelecek olan Kadir Gecesi de bir lûtuf şâheseri... İnsaf ve iz’an sahibi her insan, kendisine bir bardak su ikram edene bile teşekkürü bir vicdan borcu addeder. Bu kimse ikramını defalarca yapsa, onun karşısında insan nasıl bir minnet altında kalır ve nasıl bir şükran duyguları içinde olur. Her fırsat düştüğünde o şahsın iyiliğine muâdil bir iyilikle karşılık vermeye gayret eder.
Cenâb-ı Hak, bize, bin ayın ecrini bir gecede ihsan buyuruyor. O gece meleklerini ve Rûh’u (Cebrail’i) yeryüzüne indiriyor. Onlar da ümmete duâ ediyorlar. Rabbimiz’in bu muhteşem nîmetine, bu büyük taltîfine şükrün en güzel yolu, şüphesiz ki o geceyi Rabbimizʼin râzı olduğu sâlih amellerle ihyâ edebilmektir.
Velhâsıl bu ayda üzerimizde hakkı olanlarla helalleşelim, borçlarımızı ödemenin gayretinde olalım ve Ramazân-ı Şerîfʼi öyle bir kıvamda yaşayalım ki, Rabbimiz’in lûtfuyla bu aydan tertemiz bir şekilde çıkalım inşaallah. Bayram sabahı, bize en güzel bir af şehâdetnâmesi olsun...
Cenâb-ı Hak cümlemize, dâimâ rızâsı istikâmetinde yaşayabilmeyi, rızâsına muvâfık amellerle meşgul olabilmeyi ve nihâyet huzûruna rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış olarak çıkabilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun...
Âmîn!
[1] el-Alâk, 19.
[2] Bkz. el-Mü’minûn, 1-2.
YORUMLAR