Mü’min, dînin zâhirî ve bâtınî hükümlerine riâyet neticesinde kemâle erer. Nasıl ki dînin, abdest, namaz, oruç, zekât gibi zâhirî farzları varsa; güzel ahlâk, temiz bir vicdâna sahip olmak, merhamet, şefkat, fedâkârlık, ihlâs ve takvâ gibi bâtınî farzları da vardır.
Aynı şekilde, nasıl ki dinde içki, zinâ, kumar, fâiz gibi zâhirî haramlar varsa; gurur, kibir, riyâ, ucub, pintilik, haset, sûizan gibi bâtınî haramlar da bulunmaktadır.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120)
t
Selmân-ı Fârisî t şöyle buyurmuştur:
“Cenâb-ı Hakk’a karşı gizli gizli günah işlediysen, gizli gizli itaat ve istiğfâr et! Açıktan günah işlediysen, açık açık itaat ve istiğfâr et ki, birbirlerini silsinler.”
t
Günahlar, Allahʼtan gâfil kalındığı zaman işlenir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Allâhʼı unutan ve bu yüzden Allâhʼın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19) buyrulmaktadır.
Hakîkaten, hiç kimse besmele çekerek bir kardeşine çelme takamaz. Kalbi “Allah” diyen biri; kalplere diken batıramaz, bile bile kul hakkına giremez, haramlara dalamaz.
t
Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İyi biliniz ki, ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen, elini ve dilini günahtan çeksin!..” (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)
t
Okuyup öğrenmeye başladığımız günden itibaren biriktirdiğimiz bilgiler, bugün bizi sâlih amellere sevk edip günahlarla aramızda engel olacak bir kuvvette değilse, bilelim ki o öğrendiklerimiz yalnızca zihne depolanmış, kalpte “irfan” hâline gelmemiş demektir.
İmam Gazâlî g’ın şu îkâzı ne kadar mânidardır:
“Ey oğul! İlimsiz amel olamayacağı gibi, amelsiz ilim de bir cinnettir. Bilmiş ol ki; bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibadete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır.”
t
Makbul bir kulluk hayatı için “îman”dan “ihsân”a yolculuk zarûrîdir. “İhsân” ise zaman ve mekândan münezzeh olan Allah Teâlâʼnın her zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğu, dolayısıyla da bizi her an ve her yerde görüp gözetmekte olduğu şuuruna ulaşmaktır. Böylece bir an bile Hakʼtan gâfil kalmayıp gözler önünde yapamayacağımız kusurlardan, nefsimizin günahlarla baş başa kaldığı zaman ve mekânlarda da sakınabilecek bir irâde ve dirâyeti kazanmaktır.
t
Düşünmek gerekir ki, Rabbimiz Settâr ismi hürmetine, biz kullarının nice günahlarını örtmüş ve onları kalpte gizli siyah noktalar kılmıştır. Bu da O’nun sonsuz merhamet ve lûtfundandır. Zira işlenen günahların eseri kalpte değil de alında kara bir leke sûretinde zâhir olsaydı, muhakkak ki hiç kimsenin bir başkasına bakacak yüzü olmazdı.
t
İyiliği tavsiye edip kötülüklerden sakındırmak, müʼminlerin en mühim vazifelerinden biridir. Zira toplumdaki günah ve ahlâksızlıklara karşı duygusuz ve bîgâne kalmak, mânen helâk sebebidir.
Nitekim Zeyneb bint-i Cahş c der ki:
Peygamber r Efendimiz’e:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İçimizde sâlihler bulunduğu hâlde biz helâk edilir miyiz?” diye sordum.
Rasûlullah r şöyle buyurdu:
“–Fısk ve fücûr (günahlar) çoğaldığı vakit, evet!” (Buhârî, Enbiyâ, 7)
t
Hakkʼa vuslat yolunda kulu en çok geri bırakan, günahların ağır yüküdür. Bu yükler altında ezilmiş bir ruhla mânen mesâfe alınamaz.
t
Bilâl bin Sa‘d g buyurur:
“Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”
t
Hiçbir günâhı hafif görmemek îcâb eder. Zira gazab-ı ilâhî, bâzen büyük, bâzen orta, bâzense küçük bir günahta tecellî edebilir. Hasbe’l-beşer/insanlık îcâbı kendimizi koruyamadığımız günah kirlerini de, derhâl nedâmet gözyaşlarıyla yıkayıp tevbe ve istiğfâr ile temizlememiz zarurîdir. Çünkü günah kiriyle kalbi çamurlanmış kimselerde tevbe suyu ile pişmanlık güneşi bir araya gelirse, Cenâb-ı Hak o gönülleri göklere alır.
t
Hazret-i Âişe c’ya bir defasında şöyle sormuşlardı:
“–İnsan kendinin iyilerden olduğunu nasıl anlayabilir?”
O şöyle cevap verdi:
“–Ne zaman kendini kötülerden bilirse, o zaman.”
“–Peki, kötülerden olduğunu ne zaman anlar?”
“–Ne zaman iyilerden biri olduğunu düşünmeye başlarsa, o zaman kötülerden olduğu anlaşılır!”
t
İbadetleri terk eden veya kötü yola düşen bir kimsenin; “Ne yapayım, kaderim böyle imiş!” demesi, nefsânî ve şeytânî bir gaflet ifâdesidir. Cenâb-ı Hak, meselâ namaz kılmak isteyen bir kimseye kılma sebeplerini ihsân eder; kılmak istemeyenlere de mânî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur. Bu itibarla kendimizi, işlediğimiz günahlar husûsunda mâzur göstermek, “kadere bühtân” etmek olur ki, bu da Hakk’a karşı büyük bir edepsizlik ve ahmaklıktır. Şeytan’ın ayağını kaydıran da bu hususta gösterdiği edepsizlikten başkası değildir.
t
Tâbiîn neslinden hadis ve fıkıh âlimi Mutarrif bin Abdullah buyurur ki:
“Günahkârlara karşı içinde bir merhamet hissi duymayan kimse, hiç olmazsa onlar için tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır.”
t
Hazret-i Ebû Bekir t şöyle buyurmuştur:
“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:
- Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen,
- Günahkârların affı için Rabbine yalvaran,
- Din kardeşine gıyâbında duâ eden,
- Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
t
Zaman zaman meydana gelen büyük felâketlerde korkuya kapılıyoruz. Bir deprem oluyor, korkuyoruz; bir sel oluyor korkuyoruz. Evet, bunlardan da beşer olarak korkmamız tabiîdir. Fakat esas korkulacak olan, günahlarımızdır.
Günahlarımızdan korkmalıyız:
Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız.
Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmalıyız.
İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız.
İslâmʼın güler yüzünü gösterememekten korkmalıyız.
Bütün bunlardan korkmalıyız ki; son nefeste meleklerin müjdelediği “korku ve hüzünden emîn olan” bahtiyar kullardan olabilelim.
t
Yahya bin Muâz g buyurur:
“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla günahtan perhiz eylemez.”
t
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Şerîat âlimleri ve müşâhede ehli ârif zâtlar şu hakîkat üzerinde ittifak etmişlerdir ki, bir kimsenin kendi nefsini beğenmesi, başkalarını hor görmesi ve diğer insanlardan daha takvâ sahibi olduğuna inanması, büyük günahların en büyüklerindendir.”
t
Zamanımızda insanlar, ekseriyetle dinden uzaklaşmanın ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî buhrânı içindedirler. Böylelerine bir ıslah ve kurtuluş imkânı sunmanın; onlara kızıp öfkelenmek yerine, af, müsâmaha, merhamet ve şefkat yoluyla daha kolay olduğu, âşikârdır. Zira nefsin sultasında bunalan ruhlara, İslâm’ı ilâhî bir tesellî, telâfi ve tedâvi nefhası hâlinde sunmak, onlara bir cankurtaran simidi atabilmek için, günaha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak, bilâkis günahkârı, kanadı kırık bir kuş gibi farz edip onu şefkat ve merhametle tedâvi etmek, çok daha faydalı bir irşad metodudur.
t
Mevlânâ Hazretleri’nin Cenâb-ı Hakk’a olan şu ilticâsı ne güzeldir:
“İlâhî, elimizden tut, bizi bizim elimizden satın al, bizi kurtar! Gönlümüzdeki gaflet perdesini kaldır, gönül gözümüzü aç! Fakat günahlarımızın perdesini yırtma ve bizi rezîl etme!..”
Âmîn…
YORUMLAR