Dînin; aşk, vecd, huzur ve şevk ile yaşanabilmesi için, Kur’ân ve Sünnet’in hayatın her safhasına yaygınlaştırılması zarûrîdir. Böyle bir mânevî tekâmül için en mühim vesîle de, kalbin “muhabbet” ile donanmasıdır. Zira muhabbet; itaati ve fedakârlığı beraberinde getirir. Gönüller arasındaki mânevî cereyan hattı da, ancak muhabbet sâyesinde tesis edilebilir.
t
Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’i, O’na duyduğumuz aşk nisbetinde ve O’na yakınlaşabildiğimiz ölçüde tanıyabiliriz. Çünkü muhabbetin şiddeti ölçüsünde, âşık ile mâşuk arasında bir hissiyat benzerliği yaşanır. “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîsi de bu kalbî beraberliği ifâde eder. Yani seven, sevgisi nisbetinde sevdiğine benzemeye, onun şahsiyet ve karakterinden hisseler almaya başlar.
t
Muhabbet-i Rasûlullâh’ı yaşamayanlar, muhabbettullâh’a ulaşamazlar. Zira kulu, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Peygamber Efendimiz r’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber r’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat, Allâh’a itaat; O’na isyan, Allâh’a isyan sadedindedir.
t
Allah Rasûlü’ne olan kalbî yakınlığımız, fiilî ve kavlî beraberliğimiz, velhâsıl muhabbetimiz, azâb-ı ilâhîden de kurtuluşumuza bir vesîledir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)
Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei, yani sığınağıdır.
t
Rasûlullah r Efendimiz’den almamız gereken en mühim mânevî tahsil, iç dünyamızı O’nun gönül dokusundaki hissiyât ile müşterek hâle getirebilmektir.
t
Bir mü’minin gönlü, muhabbet-i Rasûlullah’ta ne mertebeye vâsıl olursa; dünyada nâil olacağı huzur ve saâdet, âhirette ulaşacağı makam, o nisbette yüce olur.
t
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’i “Âlemlere Rahmet” olarak gönderdiğini bildirmiştir. (Bkz. el-Enbiyâ, 107) Dolayısıyla rahmet insanı olabilmek, ancak Hazret-i Peygamber r Efendimiz’i en güzel şekilde tanıyabilmekle; yani O’nun sîretini, sünnetini ve muhabbetini tahsil edebilmekle mümkündür.
t
Bir yaratılış hârikası olan Fahr-i Kâinât r Efendimiz’i, beşerî tâkat dâhilinde kâmilen kavrayabilmek mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzah ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Zira sahili olmayan bir ummânı, bir bardağa sığdırmak mümkün değildir.
Bu sebeple O’nun aslî vasfını bütünüyle tavsîf etmeye hiçbir fânî muvaffak olamadı. Yüksek ahlâkı ve yaratılışı, lâyıkıyla kavranamadı. Âlimler, mütefekkirler ve gönül sultanları, O’nun yolunda bulunmayı izzet; kapısında sâil (dilenci) olmayı devlet bildiler.
t
Bugün Rasûlullah r Efendimizʼi tanıyabilirsek, yarın mahşerde O da bizi tanır. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılar. O’nu duyar ve dinlersek, O da bizim feryâdımızı işitir.
Kısacası, biz O’na tâbî olalım ki, O da bize; “Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun!” (el-Bakara, 143) buyrulduğu üzere, şâhit ve şefâatçi olsun.
t
Mü’minin vazifesi; Allâh’ın emirlerini, sırf Allah emrettiği için ve Rasûlullah r Efendimiz’in tatbik ettiği şekilde îfâ etmektir. Bu hususta -iyi niyetle bile olsa- şahsî görüşüyle hareket edip Sünnet’in dışına çıkmak, kulu yanlışlara sürükler. Bunun için hangi sâlih amelin, ne zaman, nasıl, ne ölçüde ve ne şekilde tatbik edileceğini, Sünnet’ten öğrenmek gerekir.
t
Fudayl bin Iyâz Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Şayet bir amel ihlâsla yapılır da doğru olmazsa kabul edilmez. Doğru olur, ancak ihlâslı olmazsa, yine kabul edilmez. Tâ ki, hem ihlâslı, hem de doğru olana kadar... İhlâs, onun Allah için yapılması; doğru olması da Sünnet üzere olmasıdır.”
Dolayısıyla amellerimizin Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olmasını istiyorsak, hem kalbimizdeki niyetin hâlis olmasına, hem de o ameli Sünnet’teki tarifine uygun şekilde îfâ etmeye gayret göstermeliyiz.
t
Unutulmamalıdır ki, muhabbetin en büyük alâmeti itaattir; sevilen uğrunda fedakârlıktır. Seven, sevdiğine gönlündeki muhabbet seviyesinde tâbî olur. Şâyet davranışların temelinde muhabbet varsa, orada samimiyet, ihlâs ve bereket vardır. Ameller de, muhabbet zemini üzerinde icrâ edildiğinde ulvîleşir.
t
İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurur:
“Kalp, zulme meylettiği zaman, zâlimleri sever. Zâlimleri sevdiğinde de onlardan olur. Kalp, Hakk’a ve Hak ehline meylettiği zaman onlarla dost olur. Bu duruma göre, söz ve amellerin gerçekliği, ancak kalp cihetiyle mümkün olur.”
t
Dünyanın hak ve hakîkatten uzak olduğu, gönüllerin isyan, gaflet ve cehâlet karanlığında boğulduğu bir devir olan câhiliye karşısında ashâb-ı kirâm, kalpleri İslâm ile buluşturarak hidâyetlere vesîle olabilmek için tâ Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevân’a gitti. Aslâ uzak demedi, zor demedi, tehlikeli demedi, imkânsız demedi. Üşenmedi, yorgunluk hissetmedi, ulaştı.
Dünya, bugün de bir câhiliye devri yaşıyor. Yani âhiret endişesinden uzak bir dünya arzusuyla yanıyor. Dolayısıyla bu câhiliye karşısında bizim ağır bir mes’ûliyetimiz var.
t
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem r Efendimizʼle beraber olmayan her devir, câhiliye…
Oʼnunla birlikte çarpmayan her yürek derin bir gaflette…
Oʼnu takdir edemeyen her vicdan, zavallı…
Oʼnun âb-ı hayat katreleri olan hayat ölçülerine her zaman muhtacız. Şu âhirzaman hengâmında, her geçen gün, bir önceki günden daha fazla muhtacız…
t
Cenâb-ı Hak; Mekke’de îman ve tevhid için her meşakkate katlanmalarından; Medîne’de büyük bir fedakârlık, cömertlik ve hattâ îsar hâli sergileyerek dâimâ din kardeşlerinin iyiliğini ön plânda tutmalarından ve yeryüzünde Hakk’ın şahidi olarak yaşayıp İslâm’ı yaşatma azimlerinden dolayı ashâb-ı kirâmdan râzı olmuştur. Peki, bu hasletler, bizlerde hangi seviyede?
t
Mü’min, kendini, fânî ömrünün müddetine göre değil, âhiretin sonsuzluğuna göre eğitmelidir. Yani takvâ eğitimine ihtiyaç vardır. Bu eğitim de, Kitap ve Sünnet’i yaşayabilmenin eğitimidir.
t
Îman, bir ışık kaynağına benzer. Nefsânî ve şeytânî rüzgârlar, bu ışığı söndürmek için ömür boyu her fırsatta esip dururlar. İşte ibadetler, bu menfî rüzgârlara karşı, îman ışığını koruyan bir fânus gibidir.
Dolayısıyla ibadetler ne kadar hâlis niyetle ve makbul bir keyfiyette îfâ edilirse, kalpteki îmânın nûru da, o kadar kuvvetli ve parlak olur.
t
Ebû’l-Hasan el-Bûşencî der ki:
“Bir kimsenin içi, dışından daha değerli olursa, onun adına «velî» denir. Bir kimsenin içi ile dışı aynı değerde olursa, onun adı da «âlim»dir. Bir kimsenin dışı, içinden kıymetli olursa, buna da «câhil» damgası vurulur.”
t
Rabbimiz, yüreklerimize îmânın vecdini, gönüllerimize Kur’ân’ın nûrunu ve Habîbi’nin muhabbetini lûtf u keremiyle ihsan buyursun. Önümüzdeki velâdet kandilini ümmet-i Muhammed için bereket ve rahmet vesîlesi kılsın. Söz, fiil ve davranışlarımızla Efendimiz’e yakınlaşarak bu mübârek kandili gerçek mânâda idrâk edebilmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
YORUMLAR