Gönül İklimin İnciler

Cenâb-ı Hak, âile müessesesinde birçok hikmetin gizli bulunduğunu şöyle beyân eder:

 “O’nun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden size eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat peydâ etmesidir. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (er-Rûm, 21)

Hakikaten, âile tesis edilirken, ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi olarak, birbirine yabancı iki kişi, Allah adına söz vererek; sevgi, samimiyet ve sadâkat esasına dayalı bir yuva kurarlar. Böylece artık birbirlerine en yakın iki insan oluverirler. Üstelik kurdukları yuva da kendilerine, ayrıldıkları baba evinden daha sıcak bir hâle gelir.

Lâkin bu sıcaklığın devamı için gelin ve damat beyin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlardan biri de, yeni evlenen gençlerin, kayınpeder ve kayınvâlidelerine karşı aynen kendi ebeveynlerine gösterdikleri hürmet ve muhabbet hissiyâtı içinde davranmalarıdır. Onları kendi annelerinden sonra bir anne, kendi babalarından sonra bir baba olarak görmeleri şarttır.

Ayrıca bu şekilde davranmak, kayınvâlidenin kendi gelinini öz kızı gibi görmesine, diğer taraftan damat beyin de evin yeni bir oğlu gibi telâkkî edilmesine vesîle olur. Böylece damat ve gelin hanımın yeni evlerinde îtibarları daha da artar. Arada derin bir muhabbet oluşur. Bunun neticesinde de gönüllerde ayrı bir huzur, hânelerde de ayrı bir bereket meydana gelir.

t Düşünmek lâzımdır ki, bir anne, evlâdında gördüğü bir hatayı, aslâ onun şeref ve haysiyetini kırarak düzeltmeye çalışmaz. Onu incitmeden terbiye etmeye gayret eder. Evlâdını âdeta gönül sarayına alarak nezâketle eğitir. Kazandığı engin bilgi ve hayat tecrübesini, evlâdına merhametle aktarır. Böylesi bir muhabbetle yetişen bir evlâdın dünyaya bakışı ve büyüklerine karşı davranışı da şefkat ve merhamet penceresinden olur.

Fakat evlâdına muhabbet ve şefkatini esirgeyen, yapmış olduğu hatayı hemen yüzüne çarparak değer ve kıymetini ayaklar altına alan, kusurunu evlâdının yüzüne pervâsızca söyleyerek gönlünün kırılmasını umursamayan bir anne, evlâdını arsız bir sûrette yetiştirmiş olur. Böylesi kötü bir muâmeleye mâruz kalan bir evlâdın gönlünde, kendi anne-babasına karşı bir kırgınlık hâsıl olur. Zamanla büyüyen bu kırgınlık da, evlâdın anne-babasından uzaklaşmasıyla neticelenir.

Aynen bunun gibi, kayınvâlideler de gelinlerine sanki kendi öz kızları gibi şefkat, merhamet ve nezâketle muâmelede bulunurlarsa, gelinlerinden görecekleri davranış da aynı minvalde olacaktır.

Bir de gelin hanımların, annelerin evlâtlarına olan düşkünlükleri dolayısıyla kayınvalidelerine ayrı bir müsâmaha ile yaklaşmaları zarurîdir. Hem bu şekilde nefs ve şeytana da prim verilmemiş olur. Zira gelin ve kayınvâlide arasındaki muhabbet, nefs ve şeytanın en fazla uğraştıkları ve yok etmeye çalıştıkları bir muhabbettir. Çünkü bu muhabbet zedelendiği vakit, neticesinde evli olan gençlerin de birbirlerine olan muhabbet ve sadâkati zedelenebilir. Böylelikle -Allah muhafaza buyursun- huzur dolu bir yuvanın temelleri sarsılmış olur. Temelleri zayıflayan bir binanın da ayakta durması güçleşir.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“İblis’in arşı denizdedir. Avenesini insanları azdırmak ve saptırmak için yeryüzüne salar. Onun katında en büyük ve en kıymetli olanı, insanları en çok azdıranıdır. Onlardan biri gelip:

«–Bugün ben şöyle şöyle yaptım.» der. Bunun üzerine iblis ona:

«–Hiçbir şey yapmamışsın!» der. Sonra diğer biri gelip:

«–Ben (zaafını yakaladığım) kişinin yakasını bırakmadım, tâ hanımından onu ayırıncaya kadar ardından gittim.» der. Buna çok sevinen iblis, onu kendine yaklaştırır ve yanından ayırmaz. Üstelik ona:

«–Sen ne güzelsin!» diye iltifat eder.” (Müslim, Münâfıkîn, 66)

Dolayısıyla âile fertleri; nefsin, şeytanın ve hâriçteki kötü niyetli kimselerin hîle ve desîselerine karşı Allâh’a sığınarak müteyakkız olmalıdırlar.

Meselâ bir gelin veya damat, kendisine karşı aynı hatayı yapan annesine öfkelenmediği ve o hatanın üzerini örttüğü hâlde, kayınvâlide veya kayınpederi yaptığında o hâdisenin üzerini örtmeyip onu büyütüyorsa, nefsine uyarak şeytanın tuzağına düşmüş demektir.

Yine kendisine ulaşan yanlış bir sözden dolayı, doğrusunu araştırmaksızın evli bulunduğu âilesine karşı gönlünde nefret biriktiriyorsa, kötü niyetli kişilerin hilesine kanmış olması muhtemeldir.

Gönüllerdeki muhabbet bağının zedelenmesine fırsat vermemek için Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin şu nasihati ne kadar ibretlidir:

“Bir mü’min kardeşine âit hoş olmayan bir şey duyarsan, onun için birden yetmişe kadar mâzeret kapısı araştır. Bulamazsan; «Belki benim anlamadığım bir mâzereti vardır.» de, sonra da meseleyi kapat!”

t Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “kadınlarla iyi geçinmeyi ve onlara güzel davranmayı”[1] emir buyurmuştur. Rasûlullah r Efendimiz de, eşler arasında herhangi bir ihtilaf mevzubahis olduğunda, münakaşaya mahal vermeyip gönüllerdeki muhabbetin sâfiyetine zarar gelmemesi açısından bir erkeğin yapması gerekeni şöyle bildirmektedir:

“Bir mü’min, hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61)

t Her insanın farklı mizaç ve fıtratla yaratılmış olduğu, şüphe götürmez bir gerçektir. Nitekim ashâb-ı kirâmın Rasûlullah r Efendimiz’e aynı suâli tevcih etmelerine rağmen, farklı fıtratları îcâbı, farklı cevaplara muhatap olmaları, bunun bâriz bir misâlidir.

Bir de her insanın, yetişmiş olduğu kültürden kaynaklanan farklı bakış açıları olabilir. Bunu bir misalle anlatmak îcâb ederse, meselâ bir odanın hem güneye, hem de kuzeye bakan bir penceresi varsa, o pencerelerden görülen manzara aslâ bir olmayacaktır. Dolayısıyla kuzeye bakan bir kimse, güney penceresinden bakan kimseye “Niçin benim gördüklerimi görmüyorsun?” deme hakkına sahip değildir. Âile içerisindeki huzur ve saâdetin temini ve devamı için bu noktayı da göz ardı etmemek lâzımdır.

t Nefs, insanı dâimâ “Ben”le kandırır. Kişiye; “Ben bilirim!” “Ben daha iyi yaparım!” “Ben yanlış yapmam!” “Bu evde en çok ben hizmet ediyorum!” gibi sözler söyletir. Böylece kendini herkesten üstün görme hastalığına dûçâr eder. Gurur ve kibre sürüklenen insan ise, şeytana büyük bir fırsat verdiğinden her an hata yapmaya meyyaldir.

Unutmamak îcâb eder ki, gönülleri; tevâzu, mahviyet, mahlûkâta şefkat ve merhamet duygularıyla tezyîn etmenin en müessir yolu, Allah rızâsı için hizmet etmektir.

Hizmet, gönülleri mânevî zirvelere ulaştıran müstesnâ ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfâta mazhar olanların cümlesi; peygamberler ve evliyâ, ebrâr ve asfiyâ, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir.

Lâkin günümüzde nice insan, makam, mevkî veya maddî imkân bakımından üst seviyede olduğunda, kendini hizmetten müstağnî görebiliyor. Hâlbuki Rasûlullah r Efendimiz bizim her hususta en güzel rehberimiz olmalı, değil mi? Rasûlullah r Efendimiz:

“Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.”[2] buyurmuyorlar mı?

Nitekim Efendimiz, hânelerinde bulunduğu vakti üçe bölerlerdi. Birini Allâh’a ibadete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı.

Kendisine ayırdığı zamanını, avâm-havâs insanların hepsine tahsis eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı, hepsinin gönlünü fethederdi.

Hattâ Âişe Vâlidemiz şöyle buyurmuşlardır:

“Rasûlullah r evdeyken boş durduğu hiç görülmemiştir. Ya bir yoksulun ayakkabısını tâmir ederdi veya bir kimsesizin elbisesini dikerdi.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 200)

Peki, Rasûlullah r Efendimiz’in ümmeti olmakla şereflenmiş olan bizler, neler yapıyoruz?

t Rasûlullah r Efendimiz, bütün insanlığa bir “üsve-i hasene”, yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak lûtfedilmiştir. Dolayısıyla dünyadaki en mesut âile yuvası da, Rasûlullah r Efendimiz’in yuvasıdır. Peki, o yuvada ne vardı?

Allah rızâsı vardı. Rûhâniyet vardı. Bunun getirdiği derin bir muhabbet vardı. Bu muhabbetin neticesinde, o mübarek yuvada bir lüks, gösteriş, kibir yoktu, tevâzû vardı. Bencillik yoktu, fedakârlık vardı. Cimrilik yoktu, cömertlik vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.

O yuvada dünyaya âit bir şey yoktu. Fakat o yuva, mânen çok zengindi. Zira o yuva, fakir ve gariplerin müstefid olduğu bir âile vakfı gibiydi.

Bizim de kurduğumuz yuvalar, israf ve lüksten uzak olmalı. Bir infak ocağı olmalı. Çünkü Cenâb-ı Hak, infâkı bol olan bir yuvaya, bahar yağmuru gibi bereket yağdırır. İşte bunun bâriz bir misali de Rasûlullah r Efendimiz’in yuvasıdır.

Nitekim Âişe Vâlidemiz şöyle anlatıyor:

“Rasûlullah r’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed r (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen Allâh’ın kullarına infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III/62 [1396])

Allah Rasûlü’nün cömertlikten ve ikram etmekten aldığı mânevî lezzet, kendisine maddî açlığını unuttururdu.

t Nefs, hep karşısındakinde kusur aramaya meyyaldir. Lâkin tasavvufun insana öğretmeye çalıştığı husus, dâimâ kendi hata ve kusurlarının farkına varmaktır. Bu idrâke varmış bir gönül, karşısında kim olursa olsun, ona tepeden bakamaz, onu hor ve hakir görmez.

Diğer taraftan herkes kendi hatâlarının affedilmesini ve unutulmasını ister. Yanlışın verdiği mahcûbiyetin ıztırâbından kurtularak doğruluğun huzuruna varabilmenin yollarını arar. Kendisi için böyle düşünen bir insanın, başkalarını affetmeyip kusurlarını araştırması ne kadar insafsızca bir davranıştır!

Biz, Allâh’ın kullarını affedelim ki, O da en fazla muhtaç olduğumuz bir günde bizi affeylesin. Yani affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelelim.

Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede kullarına soruyor:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Rabbimiz, cümlemizi ilâhî affına nâil olan bahtiyar kullarından eylesin.

Âmîn!..

 

[1] en-Nisâ, 19.

[2] Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334; Deylemî, Müsned, II, 324; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 24834.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle