Bütün mevcûdâta büyük bir lûtuf ve ikram olarak gönderildiği, Cenâb-ı Hak tarafından; “Âlemlere Rahmet”[1] ifâdesiyle îlân edilen Rasûlullah r Efendimiz, insanoğlu için dünyada da âhirette de rahmettir. Dünyada hidâyete vesîle oluşu, âhirette de şefaati ile…
Nitekim Rasûlullah r Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben Rasûllerin Efendisi’yim, lâkin övünmek yok! Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ancak övünmek yok! İlk şefaat edecek ve şefaati ilk olarak kabûl edilecek olan da benim, ancak (bunları aslâ) övünmek için söylemiyorum.” (Dârimî, Mukaddime, 8)
t Sa’d bin Ebî Vakkas t şöyle anlatır:
“Bir gün Rasûlullah r ile beraber Medîne’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azverâ denilen yere yaklaştığımızda Rasûl-i Ekrem r Efendimiz bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir süre duâ etti, daha sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Bunu üç defa tekrarladı. Nihâyetinde şöyle buyurdu:
«Rabbimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefaat niyâz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım.
Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime şükür secdesine kapandım.
Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere tekrar secdeye kapandım.»” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162/2775)
Burada Efendimiz’i son derece sevindirip şükür secdelerine sevk eden müjde; ümmetinden büyük günah işleyenlerin, bu günahları sebebiyle cezâ görseler bile, Cehennem’de ebediyyen kalmayacakları ve kendisinin şefaatiyle Cennet’e girecekleri[2], küçük günah işleyenlerin ise belki de hiç cezâ görmeden affedilecek olmalarıydı. Îmandan nasîbi olmayanlarınsa Cennet’e girmesi mevzubahis değildir.
t Yine Rasûlullah r Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine üç makbul duâ hakkı verdiğini ifâde buyurmuş, sonra da sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
“…Bunun üzerine ben:
«Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle! Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle!» diye duâ ettim.
Üçüncü isteğimi de bütün mahlûkâtın, hattâ İbrahim u’ın bile bana muhtaç olacağı ve benden şefaat dileyeceği güne bıraktım.” (Müslim, Müsâfirîn, 273)
Mübarek lisanlarından dökülen her bir kelimenin ilâhî ölçüler dâhilinde çıktığı âyet-i kerîme ile teyid edilmişken,[3] bazı kimseler, ne kadar sahih olursa olsun, şefaat konusundaki hadisleri kabûle yanaşmamaktadırlar. Hâlbuki birçok âyette, Allah Teâlâ’nın izin verdiklerinin şefaat edebileceği açıkça beyân edilmiştir. Nitekim:
“…O’nun izni olmadan hiçbir şefaatçi şefaat edemez…” (Yûnus, 3)
“Rahmân nezdinde söz ve izin alandan başka hiçbirinin şefaate gücü yetmeyecektir.” (Meryem, 87)
“Allâh’ın huzûrunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’, 23) âyetleri bunu göstermektedir.
Özellikle de;
“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109) âyet-i kerîmesi, Allâh’ın izniyle şefaatin hak olduğunu gösteren bâriz bir misaldir.
Burada bilhassa şu hususu arz etmek lâzımdır ki, şefaat, dünyada işlenen bazı günahların âhirette cezalandırılmasından vazgeçilmesi için Cenâb-ı Hakk’a talepte bulunmak, aracı olmak ve bunun için duâ etmektir. Rabbimiz dilerse kabul eder, dilerse etmez. Yani şefaat, bir mü’minin günahlarının bağışlanması için Allâh’a duâ edip yalvarmaktır. Yoksa, şefaat eden kimsenin şefaat ettiği kimseyi elinden tutup mutlak sûrette Cennet’e götürmesi değildir. Burada yegâne hüküm, Cenâb-ı Hakk’a âittir. Kula düşen, kulluğunun idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmektir.
Şefaati istisnâsız kabul edilecek olan ise, yalnız Rasûlullah r Efendimiz’dir. Bu büyük lûtuf, sadece O’na mahsustur. Zira bir hadîs-i şerîfte Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e hitâben;
“Yâ Muhammed! İste! İstediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!”[4] buyurmaktadır.
t Bazı sahâbîlerin, Peygamber Efendimiz’den şefaat talep ettikleri de bir hakîkattir. Nitekim Enes bin Mâlik t şöyle nakletmektedir:
“Nebiyy-i Ekrem r Efendimiz’den kıyamet günü bana şefaat etmesini istedim:
«‒Ederim!» buyurdular. Ben:
«‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz’i nerede arayayım?» dedim.
Efendimiz r:
«‒Beni ilk olarak Sırât üzerinde ara!» buyurdular.
«‒Sırât üzerinde Siz’i bulamazsam?» dedim.
«‒Mîzân’ın yanında ara!» buyurdular.
«‒Sizi Mîzân’ın yanında bulamazsam!» dedim.
«‒O zaman beni Havz’ın yanında ara! Mutlaka bu üç yerden birinde olurum.» buyurdular.” (Tirmizî, Kıyâmet, 9/2433; Ahmed, III, 178)
Yine Rabîa bin Kâʻb t şöyle anlatır:
Rasûlullah r bir gün bana:
“‒Benden iste, vereyim.” buyurdu. Ben de:
“‒Yâ Rasûlâllah! Müsâade buyurun, bir düşüneyim, durumuma bir bakayım.” dedim. Efendimiz r:
“‒Peki, düşün, durumuna bak!” buyurdu.
Düşündüm ve kendi kendime:
“Dünyaya âit menfaatler çabuk bitip tükenir. Ben, kendim için, âhiretle alâkalı bir faydayı tercih etmekten daha hayırlı bir şey görmüyorum.” dedim.
Efendimiz r’in huzûr-i âlîlerine çıktım. Bana:
“‒İhtiyacın nedir?” buyurdu.
“‒Yâ Rasûlâllah! Benim için Rabbin U’ye şefaatçi ol da beni Cehennem’den âzâd eylesin!” dedim. Rasûlullah r:
“‒Böyle demeni sana kim söyledi?” buyurdu.
“‒Hayır vallâhi yâ Rasûlâllah, kimse söylemedi. Lâkin durumuma baktım ve gördüm ki dünya, ehlinin elinde durmuyor, hemen zeval buluyor. Bu sebeple âhiretim için bir şey almak bana daha sevimli geldi.” dedim. Rasûlullah r:
“‒O hâlde çok secde ederek kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu. (Ahmed, IV, 59)
t Allah Rasûlü r hayatta iken O’ndan şefaat talep etmek câiz olduğuna göre, vefatından sonra talep etmenin de câiz olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Zira Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimleri, peygamberlerin berzah hayatında da yaşadıklarını kabul etmektedirler.
Eğer Rasûlullah r Efendimiz’den şimdi şefaat talep edersek, hayatında yaptığı gibi vefatından sonra da Allâh’a duâ etmeye ve O’ndan istemeye güç yetirebilir. Sonra da vakti geldiği zaman o kimse Allâh’ın izniyle şefaate nâil olur.
t Cenâb-ı Hak, dilediği kuluna, dilediğini verme kudretine sahiptir. Meselâ âyette bildirildiği üzere izzeti, Rasûl’üne ve mü’minlere bahşetmiştir.[5] Aynen bunun gibi şefaat de tamamen kendisine âit olmasına rağmen, Allah Teâlâ şefaat yetkisini diğer peygamberlere, meleklere, âlimlere, şehidlere, sâlih mü’minlere, çocuklara ve Cennet ehlinden uygun gördüğü bazı kimselere de verecek, onlar da şefaat edeceklerdir.
Meselâ “Her peygamber kendi ümmetine şefaat edecektir.” (Buhârî, Tefsir, 18) hadîs-i şerîfi, bütün peygamberlere şefaat yetkisi verileceğinin bir delilidir.
Rasûlullah r Efendimiz’in:
“‒Ümmetimden bir kişinin şefaatiyle Temîm Oğulları Kabîlesi’nden daha çok kişi Cennet’e girecektir.” beyânı üzerine:
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz’den başka bir kişinin şefaatiyle mi?” diye hayretle soran ashâb-ı kirâma cevâben, Efendimiz’in:
“‒Evet, benden başka birinin (şefaatiyle)!”[6] buyurması, hayatını takvâ üzere yaşayan sâlih kulların da -Allâh’ın izni ve dilemesiyle- şefaat edebileceklerini, bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Yine Rasûlullah r Efendimiz’in şu beyanları da mü’minlerin şefaat edeceğini haber vermektedir:
“Kıyâmet günü insanlar (Cennet ehli) saf saf olur. Cehennem ehlinden biri Cennet ehlinden birine varıp:
«–Ey filân! Hatırladın mı, sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?» der (ve bu sûretle şefaat ister). O da ona şefaat eder.
Başka biri gelip:
«–Sana abdest suyu verdiğim günü hatırlamıyor musun?» diyerek (şefaat ister.) O da ona şefaat eder.
Bir diğeri:
«–Ey filân! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlamıyor musun? Ben de senin için gitmiştim!» der. O da ona şefaat eder.” (İbn-i Mâce, Edeb, 8)
t Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. (Habîbim!) Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah, gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir.” (Muhammed, 19)
Düşünmek lâzımdır ki; Rasûlullah r Efendimiz’in mü’minler için af dilemesinin faydası olmayacaksa, bu âyetin mânâsı nedir?[7]
t Rabbimiz âyet-i kerîmede;
« اَحْسَنُ عَمَلًا/ daha güzel amel» buyuruyor. (el-Mülk, 2) Yani amellerimizin en güzel olmasını istiyor.
Rasûlullah r Efendimiz de Vedâ Hutbesi’nde:
“Aman günah işleyerek (kıyâmet günü) benim yüzümü kara çıkartmayın.”[8] buyurmak sûretiyle bizleri günaha düşmemeye çağırıyor.
Bizler -inşâallah- Rasûlullah r Efendimiz’in izinden gitmeye, yani sırât-ı müstakîm üzere yaşamaya gayret edeceğiz ki, -Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla- Efendimiz’in şefaatine nâil olabilelim.
Şunu da unutmamak lâzımdır ki, hiç kimse; “Falan şahıs bana şefaat edecektir, ben onun eteğine yapışırım ve kurtulurum!” diyemez! Zira Cenâb-ı Hak, bu konudaki hükmünü meçhul bırakmaktadır.
Nitekim şu hâdise, bizler için nebevî bir îkaz mâhiyetindedir:
Osman bin Maz’ûn t, Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:
“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.
Rasûlullah r Efendimiz müdâhale ederek:
“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu.
Kadın:
“–Bilmiyorum vallâhi!” dedi.
Allah Rasûlü r şöyle buyurdu:
“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”
Ümmü’l-Alâ der ki:
“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim, (sadece Rabbimden hayır ümîd ettim).” (Buhârî, Tâbîr, 27)
Velhâsıl bir mü’mine düşen vazife, şefaate güvenip dînin emirlerini terk etmek değil, şefaate lâyık olabilmek için gayret göstermektir.
Cenâb-ı Hak cümlemize, Rasûlullah r Efendimiz’in şefaat-i uzmâsına lâyık hâle gelebilmeyi nasîb eylesin! O’nun engin rûhâniyetinden gönüllerimize feyyaz şebnemler ihsan buyursun! Kalplerimiz, Allah ve Rasûl’ünün sevgisine ebedî bir mekân olsun!
Âmîn!..
[1] el-Enbiyâ, 107.
[2] Bkz. Buhârî, Rikāk 51, Tevhîd 36, Tefsîru sûre (17), 5; Müslim, Îmân 322, 326, 327.
[3] Bkz. en-Necm, 3-4.
[4] Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîr, 17/5; Müslim, Îmân 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet 10.
[5] el-Münâfikûn, 8.
[6] Tirmizî, Kıyâmet, 12/2438; İbn Mâce, Zühd, 37; Dârimî, Rikâk, 86; Ahmed, III, 469.
[7] Taftazânî, Şerhu’l-Akāid, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1991, s. 272.
[8] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.
YORUMLAR