Gönlüm Düştü Bu Sevdaya

Baharın içimizi ferahlatan meltemleri, yavaş yavaş yerini güneşin cömertçe üzerimizi ısıtmasına ve aydınlatmasına bırakırken kaç güneş doğdu üzerimize ve kaç güneş battı günümüzden, bilemedik... Kul olarak acziyetimizle takvimlerden akan zamanı fark etsek de ne yazık ki, günler birbiri ardına aktı ve gitti! Bizim Yûnus’un duygularımıza tercüman olan her mısraı gibi:

“Geldi geçti ömrüm benim 

Şol yel esip geçmiş gibi.

Hele bana şöyle geldi;

Şol göz yumup açmış gibi.”

cümlelerini mırıldanırken, dünün çocukları ve gençleri bugünün yaşını başını almış insanları oluverdik.

Hayat böyle işte!... Ânı, Rabbinin rızasına uygun yaşamazsan, ânın değerini bilmeden koşarsan, bir gün saçlarına düşen aklara, yüzünde beliren kırışıklıklara ve ışığı kalmayan gözlerine bakar, derin bir iç geçirirsin. Allah âkıbetimizde pişmanlık vermesin.

İnsan niçin yaratılmıştır?

Var olan her şeyin varlık sebebi ve hikmeti nedir?

Bu âlemin seyri, nereden nereyedir?

Ve bütün varlık içinde “insan” neyi ifade eder?

Bu can alıcı sorular, bir mânâda “insanın dünyaya geliş maksadını” ortaya koyan sorulardır.

Mü’min, Rabbinin kendisine ikram ettiği her nimete şükür borcunu edâ etmek için, kalbinde derin bir muhabbet duygusu taşıyan kimsedir. Zîra muhabbetsiz her şeyin mânâsı sığ, her nesnenin varlık gâyesi boştur. Muhabbet olmasaydı âlem yaratılmaz, âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamberimiz’in nübüvvet misyonu olmazdı.

Bu âlemde her ne var ise, bir muhabbet uğruna var edilmiştir. O yüzden insan, sadece “insan” değil, “Hazret-i İnsan”dır. İnsanı, Hazret-i İnsan eden de Cenâb-ı Hak’tır.

Allah, en büyük sânî, sonsuz kudret ve güç sahibi... O’nun yarattığı insan hiç değersiz, işe yaramaz olur mu? Hâşâ! İnsan, yaratıcısından dolayı en kıymetli, en değerlidir. Allah, insanı var ederken kendisine bütün “esmâ”yı öğrettiği, kendi rûhundan can verdiği bir varlık olarak yaratmıştır. Dolayısıyla insana duyulması gereken muhabbet, onu yaratan Allâh’a duyulması gereken muhabbetin ilk adımıdır.

Kıymetli olan insanı, varlık âleminin en değerlisi kılan libâs ise, îman, İslâm ve takvâ libâsıdır. Îman kisvesi, ölçüsünü, boyutunu yine Rabbimizin belirlediği bir elbisedir. Îman elbisesi, insanı insanlığın şâhı, sultanı eder.  Îman, akıl ve idrakin erişmediği, mantığın bir yönü ile kavramakta âciz kaldığı noktalarda devreye girer ve sahibini Rabbine teslim eder.

İslam ise, teslim olmak demektir. Allah’tan gelen her emre teslim olmak ve onun hükmüne gönülden bir muhabbetle bağlanmak demektir.

Takvâ ise, bu îman ve İslâm uğrunda, en hassas ölçülerle yaşama gayretidir. Bu da sözde bir îman ve görünürdeki bir teslimiyetten ziyade, kalpte taht kurmuş bir muhabbet, marifet ve huşû ile mümkündür.

İnsan, varlık âlemini hayret ve taaccüp duyguları ile seyretmeli, bu seyrediş neticesinde de Rabbinin tecellîlerinin ne kadar yüce ve ulaşılmaz olduğunun farkına varmalıdır. Kâinatın müthiş bir âhenk içerisinde nasıl deveran ettiğini keşfetmeye çalışmalı, kendisini bu ilâhî tecelliler arasında sermest bir şekilde Allâh’ın hüküm ve saltanatına teslim etmelidir.

Kâinatta boşuna yaratılan hiçbir nesne yoktur. Ki dünya âleminde canlı olarak vasıflandırdığımız insan ve hayvan gibi varlıkların dışında, aslında “nebâtât” denilen varlıklar da canlıdır. Hattâ bu bitkiler âleminin dışında, bizim cansız gördüğümüz dağlar, taşlar, bulutlar vs. her ân Allâh’ın kudretine teslim olmuş hâlde, kendi hâllerince kullukta bulunmakta, zikretmektedir. Kısacası kâinattaki bütün varlıklar, her daim lisanlarınca zikir hâlindedir. Bir damla suyun da kendi dilince Rabbini anışı var, bir ağaç dalının veya gökte uçan bir kuşun da kendi dilince Rabbini zikri vardır.

Hiçbir varlık ilâhî tasarrufun dışında değil ve olamaz. Bütün bunların içinde Allâh’ın en şerefli varlık olarak tavsif ettiği insan, her şeyden değerlidir.  O hâlde değerli olanın veya kıymet verilenin şükrü farklı olmalı, îman sahibi insan, beden ve ruhunun tekâmülünü Rabbinin istediği istikamette geliştirmelidir. Bu, başlı başına büyük bir aşk ve muhabbet işidir. Muhabbetin varlığı ve devamı gönlün diriliğine bağlıdır. Gönül ölmüş veya hastalanmışsa, muhabbet de bundan payını alır. Gönül diriliği dâim kılan şey, kâinattaki diğer varlıkların her an yaptığı gibi, her an Allâh’ın zikriyle meşgul olmaktır. Bu her zaman dille olmaz, ama kalbin O’nunla birlikte olduğunu her an hissetmesi çok mühimdir.

İçinde Allâh’ın adının anılmadığı kalpler, yıkılmış, virâne olmuş ev gibidir. Allah zikri kalbi diriltir, duyuları uyandırır, hissiyatları geliştirir ve bu, müminde “şuur”, “firâset” ve “basiret” olarak tezâhür eder. 

Hülâsa olarak kişinin gönlü, dünyevî dermanı olmayan bir sevdâya düşmeli, bu sevda Hakk’ın muhabbeti, O’nun yarattıklarının muhabbeti, O’na muhabbet duyanların muhabbeti olarak kendini göstermelidir.

Dünya ve dünyacılar, gönle ekilen ayrık otları gibidir. Bir zaman sonra fıtrî hâli bir gülistan olan gönlü, dikenli bir yere çevirebilir. O yüzden dünyanın her türlü câzibesine, dünyayı kendine gâye edinmiş zavallı ruhlara meyletmemeli, her daim onlardan uzak duracak ortamları aramalıdır.

Dünya, bin türlü oyunu ile gönlü kararttığı gibi, insandaki ihtirasları, emelleri büyütür ve içinden çıkılmaz bir bataklığa çeker. Bu bataklık, Allah muhafaza, insanı daha derin çukurlara itebilir.

Hâsılı, gözümüze, gönlümüze, kalbimize, ruhumuza sahip çıkacağız. Onları bu dünyada Rabbimizin bir emaneti olarak görüp hak vâki olunca bu emanetleri en temiz halleri ile Gerçek Sahibi’ne teslim edeceğiz, vesselam…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle