“1999 Depremi” gibi milletimizin imtihan vesîlesi olan her doğal âfetin yıl dönümünde sıkça duyduğumuz, okuduğumuz bir cümle:
“Unutmadık, unutturmayacağız!”
Peki, “Unutmadık da ne oldu?” diye soruyor kalbim… Hatırlatıyorsun, anlatıyorsun, unutturmuyorsun, peki, ama ne oldu?
Unutmadığımız, unutturmadığımız şey; hayatımıza ve ebediyetimize bir fayda sağlamalı elbette. Meselâ 1999 Depremi’nden bahsederken öncelikli olarak “çürük yapılar” dile getiriliyor. Bu konu elbette ki çok önemli… Rabbimiz’in kuluna ihsân ettiği cüz’î irâde, kulluk şuuru hassasiyeti, kişinin yaptığı işi, en güzel şekilde yapmasını gerektirir. Bununla birlikte, yıkılan binaya “müteahhit sebep oldu” demeden bir durup düşünmeli.
Yaşanan hâdiselerin tek suçlusu, malzemeden çalan müteahhit mi? Daha ucuza mâl edip daha çok kazanmak isteyen mal sahipleri, göz göre göre yanlış arâzilere bina yapılmasına veya olması gerektiğinden daha fazla kat çıkılmasına izin veren makam sahipleri, gerekli kontrolleri yapmayanlar, işini baştan savma yapanlar vs… Neticede insanın başına gelenlerin çoğu, kendi hataları yüzünden… Ve sorumlu olan herkesin âhirette büyük bir vebâli ve ağır bir hesabı var.
Ancak işin bir de ilâhî takdir boyutu var. Elinden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra Allâh’ın hükmüne teslim olmak… İşte bu durumda dünyanın “imtihan” vasfı devreye giriyor. Ve Hakk’ın hükmüne teslîmiyet, başlı başına bir şifaya dönüşüyor. Herhangi bir âfette hayatını yitirenlerin yakınlarının unutmaması gereken hakîkat şudur:
“Allâh’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allâh’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (et-Teğâbün, 11)
“Îman ettim.” diyen bir kul için, Kur’ân bütün yaralara şifâdır. Hadisler, hayatı aydınlatan rehberdir. Geliniz hadîs-i şerîfler ile biraz daha derinden idrâk edelim konuyu:
“Vebâ, kolera, sıtma vb. bulaşıcı salgın hastalıktan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen”[1], “zâtülcenbden (akciğer hastalığından) ölen, yanarak ölen, hamile olarak ölen, yol kesenler tarafından öldürülen, haksız yere öldürülen”[2] , malını muhafaza uğrunda öldürülen kimseler şehiddir.”[3]
“Şehid, Cennet’tedir.”[4]
Dünyaya ait kısmında, insanın kalbine, sevdiğini kaybetmenin ateşi düşerken, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Şehid Cennet’tedir.” buyurarak rûhumuza bahar çiçekleri açtırıyor. Yalnız bir noktaya temas etmeden geçmek istemem. Şehâdet, İslâm Dîni’ne ait bir makamdır. Neredeyse ömür boyu dîne mukâvemet göstermiş olan şahıslar için kullanımı uygun olmaz.
Şimdi gelelim kendimize... Peki, bu dünyanın gerçeği olan deprem, sel, fırtına gibi tabiî âfetlere karşı bizim üzerimize düşenlere!
“Mü’minin firâsetinden sakınınız. O baktığı zaman Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 15) buyuruyor en Sevgili… Öyleyse öncelikli olarak idrâk kapasitemizi, kalbimizi besleyerek geliştirmemiz gerekir. Sonra hayata bu gözle bakmamız…
Kurumuş dere yatağına ev yapmak, yumuşak zemine haddinden fazla kat çıkmak, yağışın bol olduğu alanlarda arâzinin durumunu göz ardı etmek gibi bir gaflete düşmeden, kulluk gücümüzü kullanıp sonrasında:
“-Yâ Rabbi! Ben üzerime düşeni yaptım. Her şey Sana emanet, vereceğin her hayra muhtacım!” diye gönül dolusu duâ ile Rabbimiz’e teslim olmak gerekir.
Kul doğduğu gün itibariyle ölüme aday olduğuna göre; hayat yolculuğunu bu gerçek üzere yapılandırma konusunda çaba sarf etmelidir. Ömür sermayesi tükendiğinde, Azrâil -aleyhisselâm- geldiğinde, Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde bulunma çabası taşımalıdır.
Bu demek değildir ki, her an secde hâlinde olalım. Her ne yaparsak yapalım, Allâh’ın huzûrunda olduğumuzu fark edip “El kârda, gönül Yar’da!” şuuru taşıyabilmektir, püf nokta!
Ama nasıl? Hayatı Kur’ân’la, hadisle süslemeyi bir yaşama modeli hâline getirmek ve elindeki hassas teraziyi, “Rabbim bundan râzı olur mu?” ayarına getirmekle!..
Ne de kolay söylerken! Ancak yapmak nasıl da zorluyor insanı... Nefs ve şeytan, her an vazife başındayken üstelik… Hayat dediğimiz tam da bu değil mi dostlar?
İmtihanda olduğunu, nîmetin gerçek sahibini bilince, sırtını sadece O’na dayayıp bütün gücünü O’nun râzı olacağı yöne döndürünce; yaşanan her şey anlam kazanıyor. Yüreği;
“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde; «Doğrusu biz Allâh’a âidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz.» derler.” (el-Bakara, 156) âyeti sımsıkı sarmalıyor. Fısıldıyor yüreğim rûhuma:
“-Haydi, duâ et!” diye...
“Allâh’ım, biz Sana âidiz. Sen, Sana ait olanı muhafaza et!” Âmîn.
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (er-Rûm, 41) âyet-i kerîmesini tefekküre ihtiyacımız var.
Başımıza gelen her şeyin bir sebeb-i hikmeti elbette ki var.
“Bu sıkıntının tecellîsinde ben nasıl bir hataya düştüm ki, yâ Rab?” diye, kul kendine yönelip kulluğunu tamir etme çabasına yönelmeli ki, unutmadığına değsin...
Beni Rabbimin yolundan uzak tutmaya çalışan her şeye rağmen…
“Rabbim, düşüyorum, ayağım takılıyor, kalbim sıkışıyor, rûhum zorlanıyor. Yine de ben Sana ve rızâna tâlibim!” diyen, bunun için samimî gayret gösteren sâlih ve sâliha mü’minlerden olabilmek duâsı ile…
[1] Buhârî, Cihâd, 29.
[2] Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, VIII, 293; İSAM, İlmihal, 377-378.
[3] Buhârî, Mezâlim, 33.
[4] Ebû Dâvûd, Cihâd, 25.
YORUMLAR