Gençlikte İbâdet

İbâdet, en öz şekliyle, bizi yoktan var eden Rabb’e teşekkürdür. İbâdet, sahip olunan nimetin kadrini bilmek, onu şükür ile tezyin etmektir. İbâdet, kulluğun isbatıdır. İbâdet, ruhun gıdası ve îmân cevherini koruyan kuvvetli bir zırhtır.

Allah, kuluna ve kulunun ibâdetine muhtaç değildir. İbâdete muhtaç olan, âciz olan biz insanlarız. Nasıl fânî bedenimizin yemeğe, içmeye, uyumaya, çeşit çeşit vitaminlere ihtiyacı varsa ve bu hayatta kalması için bunlar ve binlercesi zarurî ise, ruhumuzun da mânevî gıdalara, yani ibâdetlere ihtiyacı vardır.

* * *

İnsan ömrünü, Peygamber Efendimizin yaşadığı Mekke ve Medine devrine benzetirim. Mâlumunuz Mekke devri on üç yıldır, Medine devri de on yıl…

İnsan, doğumundan on üç yaşına kadar tıpkı Mekke devresinde olduğu gibi sadece îmân etmek ve namaz kılmakla sorumludur. Bilindiği üzere Mekke devrinin onuncu yılında namaz farz kılınmıştır. Demek ki, insan, onüç yaşına kadar îmân ve namazı hayatına yerleştirebilirse, hayatının kalan kısmında Allâh’ın emirlerini yerine getirmek kendisine zor gelmez. Bu yüzden gönüller sultanı Efendimiz, bir hadîsi şerîfinde şöyle buyurmuştur:

“Çocuğa yedi yaşındayken namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına bastığı hâlde kılmazsa, cezalandırınız.” (Ebû Davud, Salât 26; Tirmizî, Mevâkît, 182)

Ebû Dâvud’daki başka bir hadîs-i şerîf de şu meâldedir:

“Çocuk yedi yaşına girince, namaz kılmasını söyleyiniz.”

Bu iki hadîs-i şerîfte de, çocuklara verilmesi gerekli bazı eğitim ve öğretim esasları ele alınmaktadır.

Bunlardan birincisi, yedi yaşına basan çocuğa namazın öğretilmesidir. Dinin yaşandığı bir âile çevresinde yetişen çocuk, etrafını tanımaya başladığı günden itibaren namazla da tanışır. Kulluğu en güzel şekilde simgeleyen bu ibadet, onun da ilgisini çeker. Zaten eğitimciler, erken yaşlarda çocuğun, iman esaslarını tam öğrenmeden, ibâdet ve duâya daha meyilli ve istekli olduklarını söylemektedirler. Bizler de pek çok kereler, iki-üç yaşındaki çocukların anne ve babalarının yanında onlar gibi eğilip kalkarak namaza iştirak ettiklerini görmüşüzdür. Bu da onlardaki tabiî ve fıtrî “taklid meylini” ortaya koymaktadır.

Bu yüzden eğitimin en güzel şekli, çocuğa tavsiye edilen hâlleri, bizzat yaşamak ve ona canlı örnek olmaktır. Böyle yapıldığı takdirde çocuk, namazın tıpkı oturup kalkmak, yemek içmek gibi tabiî bir hâl olduğunu görür ve namaz kılmadığı zaman kendisinde bir eksiklik bulunduğunu hissetmeye başlar.

Dindar çevrede yetişen çocuk, namaz kılmayı yedi yaşına kadar zaten öğrenmiş olur. Bu durumda anne-babaya düşen görev, onun bazı eksiklerini tamamlamaktan ibarettir. Yedi yaşına kadar namaz kılmayı öğrenmeyen çocuklara ise, namazın en önemli ibadet olduğu anlatılarak namaz bilgisi verilmelidir. Bazı sûreler ve duâlar öğretilir. Yedi yaş sınırı konusunda, kız ve erkek çocukları arasında fark yoktur. Ama “En güzel nasihat, örnek olmaktır!” düstûrunca, evimizde veya câmide cemaatle kılınan namazlar, namaza alışmadaki en kolay yoldur. Bu yüzden anne ve babalar, çocukları, câmiden, cemaatten, umre ve hac gibi toplu ibâdetlerden mahrum etmemeli, “Onlar ne anlarlar canım, daha yaşları çok küçük!” dememelidirler. Zira kendi zihnimizi ve hâtıralarımızı yokladığımızda görürüz ki, biz de iz bırakan ibâdet hâtıralarının pek çoğu küçük yaşlarda elde ettiklerimizdir. Oruca, namaza, câmi ve cemaate, mevlid ve kandillere dâir çocukluk hâtıralarımız, âdeta mermere kazınmış gibi hâfızamızda yer etmektedir. Bu sebeple çocuklarımızın zihinlerini de bu güzel hâtıralarla şenlendirmeliyiz.

Çocuk evde, câmide normal şartlarda namaz kılmayı ister. Hatta bunu severek yapar. Bütün mesele, onun bu arzusunu zorlamadan, baskı yapmadan geliştirmek ve zaman içinde daha şuurlu bir davranış hâline getirmesine yardımcı olmaktır.

Bu hususta Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın duâsı ne kadar ibretlidir. Kur’ân-ı Kerim’de onun şöyle duâ ettiği haber verilir:

“Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle! Rabbimiz, duâmızı kabul buyur.” (İbrahim, 40)

Yine Lokman Sûresi’nde, hikmet sahibi bir baba olan Lokman -aleyhisselâm-’ın oğluna nasihatleri sıralanırken, namaz, en başta zikredilir:

“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman, 17)

Unutmamalıdır ki, insanın on yaşına kadar bedeni hızla büyür. On yaşından sonra ise nefsi hızla büyür; egosu, bütün benliğini sarmaya başlar. Bu yüzden “Ben büluğdan sonra namaza başlayacağım.” diyerek kendimizi aldatmamalıyız. Namaz ibâdeti, hayatımıza yerleşince diğer ibadetleri yapmak çok daha kolay gelecektir.

Diğer taraftan namazın çocuklukta, gençlikte ve daha sonraki hayatımızda bizi, kötülük ve günahlardan koruyan bir paratoner olduğu hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Çünkü âyet-i kerîmede:

(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı anmak, elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı (hakkıyla) bilir.” (el-Ankebut, 45) buyrulmaktadır.

Sadece çocukların değil, bütün âile fertlerinin de ibâdete ve özellikle namaza ihtimam göstermesi de Kur’ân’ın üzerinde durduğu hususların başında gelir. Bu husus, bir çok âyet-i kerimede ifade buyrulmuştur. (Bkz: Tâhâ, 132; Meryem, 17; İbrahim, 37)

* * *

Nefislerimizin zaman zaman içimize düşürdüğü bir kurt olan, “Niye ibâdet ediyoruz, ibadet etmesek olmaz mı?” sorusunu da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatından vereceğimiz bir misalle cevaplayalım:

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke Fethi’ni müteâkip Medîne’ye döndüklerinde, Tâif reîsi Mes’ûd’un oğlu Urve, nefes nefese arkalarından geldi ve müslüman oldu. Ardından Tâif’e dönerek kabîlesini İslâm’a dâvet etmeye baş­ladı. Ancak bir zamanlar kendilerine İslâm’ı teblîğ için gelen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bile taşlayan bu insanların Urve’ye karşı tavırları ise daha sert oldu. Onu ok yağmuruna tutarak şehîd ettiler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müslüman olup kendisine vazîfesi iâde edilen Havâzin reîsi Mâlik -radıyallâhu anh-’a Tâifliler’i sıkıştır­ması için emir verdi. Bu emir dolayısıyla Mâlik’in zaman zaman hücûm etmesi üzerine kalelerinde mahsûr kalarak dışarı çıkamayan Tâifliler, sonunda iyice usandılar ve kabî­lenin ileri gelenlerini Medîne’ye gönderdiler. Namazdan afv edilmeleri şartıyla îmâna gelip itâat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu teklîflerini:

“-İbâdetsiz dînde hayır yoktur!” diyerek reddetti.

Rabbimiz, din ve dünyamızda her türlü hayrı üzerimizden eksik eylemesin. Bizi ve nesillerimizi, namazın koruduğu, yücelttiği ve miraca erdirdiği insanlardan eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle