Gençliğin İzm’le İmtihanı

 

“İzm’ler idrâkimize giydirilen deli gömlekleri.

Îtibarları menşe’lerinden geliyor.

Hepsi de Avrupalı.” (Cemil Meriç, Bu Ülke)

 

  1. yüzyıl dünyası önemli olaylara şahitlik etti. Bunlardan en önemlisi, doğum tarihimiz kadar net bildiğimiz Fransız İhtilâli idi. Çağ kapatıp çağ açmıştı; daha ne olsundu ki… Bu ihtilâl, pek çok ezberi bozmakla kalmadı, dünyaya bir miras bıraktı: “İdeolojiler” ya da bir diğer ismiyle “İzm”ler.

Avrupa toplumu, Hıristiyanlığı iyiden iyiye sorgulamaya başlamış, Hıristiyanlık kiliseye hapsolmuş, teslis (üç tanrı) inancı fıtratlara sıkıcı gelmeye başlamıştı. Kiliseye, dolayısıyla dîne karşı bir duruş sergiledi insanlar… Tanrı’nın bir evlâdı olamazdı ya da Tanrı onu çarmıha germekle cezalandıramazdı, insan günahla doğamazdı, tertemiz ve kusursuz yaratılıyordu çünkü... İnsanlar sorguluyor, kilise kaynaklı bütün dogmalar, dayatmalar insanları farklı yönelişlere sevk ediyordu. Yavaş yavaş fikir akımları yükseliyor ve kendilerine müntesipler buluyordu.

  1. yüzyıla gelindiğinde, Batı, kiliseye göbek bağıyla bağlı değildi artık... İnsanlar doğum, düğün ve ölümde uğruyordu kiliseye. Ya da Batı inancını kaybetmiş, sadece dünyaya odaklanmıştı. Dîni (Hıristiyanlık) “afyon”, “saçmalık” ve “dayatma” olarak görüyordu, sanayi toplumunun insanı… “Yeni yollar” deneniyordu. Batı, tankla tüfekle yapamadığını; bilişim, teknoloji, medya ile yapmayı deniyordu bu kez... Zehrini, Doğu toplumlarına saçmaya başlıyordu. İnsan için biçilen kaftan: Çalışmalı, kazanmalı, yemeli, içmeli, uyumalıydı; bunların sonu gelmezdi. Bu hayatta tek bir şey yoktu: Din ve dîni hatırlatan her şey... “Hız çağı” olduğu kadar “haz çağıydı” bu zaman… Zamanın getirdiklerinden nasîbini alıyordu modern insan…

İlâhiyat fakültesinde okuduğumuz yıllarda, İslâmî ilimler alanı kadar felsefe grubu alanı dersleri aldık. Kimileri daha çok tefsir, hadis, İslâm hukuku dersi almak isterdi; kimileri “Felsefeye ne gerek var ki?!” diye bakardı duruma… Kimileri de felsefeyi babasından miras kalan bir değer gibi savunur, toz kondurmazdı felsefe alanına... (Ki bu grup, daha çok felsefe dersi hocaları idi.) Mezuniyetten sonra herhangi bir lisede felsefe grubu öğretmeni açığını kapatacak kadar felsefeyle donanmıştık. Ama biz İlâhiyatçıydık!

Fakültede okuduğum süre içerisinde ne felsefeye arka çıktım, ne de karşı çıktım. Evet olmazsa olmazdı felsefe, ama bize felsefe yapmak, fikir üretmek, ezbercilikten uzaklaşıp yeni ufuklara yelken açmak öğretilmemişti ki. Bir Nurettin Topçu, bir Necip Fâzıl, bir Cemil Meriç, bir Rasim Özdenören, bir Sezai Karakoç, bir İsmet Özel… bu ülkede fikir üretmişler, uyanışa vesîle olmuşlar, felsefe yapmışlardı. Oysa bizler Ortaçağ karanlığının dedikodusunu yaparken, Sokrates mi Eflatun mu polemiğine dalarken, inancımızla çelişen fikir akımlarını -âdeta- “Aklımda yâ Rabbi!” diyerek mütâlaa ederken, dört yılı geride bırakmıştık.

Kimi felsefe hocaları, sınıflarda “molla” tabir ettikleri gençlerle pek uyuşamaz, derslerine asistan gönderirlerdi. Bu, keşke böyle olmasa, ilâhiyat alanı ile felsefe alanı çatışır gibi bir izlenim verilmeseydi. Genç dimağlara çeşitli fikirler, akımlar, ideolojiler bir bir sunulup süzgeçten geçirildikten sonra, ortaya yeni şeyler koymaları istenseydi.

Sonra o dönemde ülkede var olan problemler yön değiştirdi: Yasaklar, dayatmalar çocuk yaştaki fertlere indirildi. 11 yaşını doldurmayan çocuk, Kur’ân kursuna gidemiyordu, yasak vardı. 11 yaşına kadar gelmek, belli bir dînî altyapı, namaz, oruç, ahlâk gibi ibadet ve fazîletlerin kazanılmış ve uygulamaya geçilmiş olma yaşıydı. Derken bu nesil büyüdü, belli zaman sonra yasak kalkıp Kur’ân kurslarına gelince, “Elif-bâ” öğrenmek, yıllarca eğilmemiş dili Arapça lisâna, sûre tâlimine döndürmek, abdest alıp namaz kılmak, hele ki uzun yaz günlerinde oruç tutmak bu neslin, nefislerine ağır geldi.

Bir de yatılı kursta eğitime verilmişse bu gençler, en az 8. sınıfı bitirmiş olmaları gerekiyordu. Neredeyse 15 yıl âileden, örften, gelenekten öğrenilenler hâriç, bu gençlik, dinle tanıştırılmamıştı. Ya da ne oldu, daha vahimini söyleyeyim: Çocuğum dînî eğitimden mahrum kalacak korkusuyla, kimi âileler, okul öncesi yaş grubundaki çocuklarını pedagoji bilmez insanların merdivenaltı kreşlerine ya da denetimsiz sıbyan kurslarına gönderdiler. Maalesef buralarda da dîne sırtını dönecek bir nesil yetişiyordu. Tek dertleri, dersini okuyamayan çocuğa “cezâ” vermek olan insanlar da büyük yanlışlar yapıp büyük veballere girdiler. Bu nesil büyüdü, lise okudu. Lisede farklı mecrâlara saptı. Büyüdü, üniversite kazandı, kendisini inanç boşluğu olan “ucûbe” tiplerin arasında buldu. Bu nesle din öğretilirken yanlışlar yapılmıştı. Ucûbe mi dediniz? Evet, ucûbe tipler…

İslâmiyet bir inanış ve hayat biçimidir. Hıristiyanlık, Yahudilik, hattâ Budizm, Şintozim, Hinduizm gibi beşerî dinler de bir inanış ve hayat biçimidir. Lâkin üniversite ortamlarında görülüp artık liselere de inmeye başlayan ideolojik akımların kendisi de müntesipleri de ucûbedir. Herhangi bir gayeye hizmet etmekten uzak, eyyamcı, gelecek ve yarın kaygısı olmayan, sadece at gözlüğüne sahip bir dünya görüşü olan insan gruplarıdır onlar…

Felsefe dersleri dedik ya… Zaman zaman uyuyanı uyandırır, felsefedeki ideolojik akımlar konusu... İnsanoğlu, yabancısı olduğu ve iç dünyasında o alana dair boşluklar bulunan konulara müthiş merak duyar. Nasıl mı? Bakınız: Okullarda “farkındalık eğitimi” adı altında verilen cinsel eğitimlerden sonra, öğrencilerin arama motorlarından orada duyup öğrendiklerini aratması, merak etmesi ve çevresi ile paylaşması… Bilmediği konularda şuur son derece açıktır.

Gerek derslerde işlenen ideolojik akımları, gerekse üniversite ortamını gören genç beyin, “izm”lere merak duyar. Kimileri sınavda çıkacak diye değil, yaşadığı boşluğu doldurmak için merak edip sorgular, araştırır, gruplara üye olur. Sözgelimi, arama motorlarından sonu “izm”le biten bir kelime aratsanız, bilgisayarınız arama motoru reklâmlarından karşınıza o “izm”le ilgili onlarca site, grup, reklâm, kitap… çıkaracaktır. Siz yeter ki merak edin. Gerisi emre âmâdedir…

Bu hususla alâkalı olarak sosyal medyada çokça paylaşılıp dolaşan bazı misaller sunmak istiyorum:

Misal 1: Üniversite kampüsü olduğu hissedilen bir alanda röportaj yapılıyor. “Kendinizi nasıl tarif ediyorsunuz?” Muhtemelen soru bu. Gençler, çimlerin üzerinde vakit geçiriyorlar. Verilen cevaplar ve gençlerin cevap verme tarzı, hem üzücü hem kaygı verici... Tam bir uydum topluma psikolojisi hissediliyor cevaplarda… Bu videoda ve sair röportajlarda görülen tipoloji şu: “Ateistim.” diyenler var, ama “Neden ateist?” pek cevap veremiyor. “Deist” olduğunu söyleyen var. Ya da “Agnostikim.” diyor. Fakat ideolojisinin pek de arkasında durarak değil. “İşte moda, yeni trend bu, o yüzden…” der gibi.

Ateistler bellidir, Tanrı’ya (!) inanmazlar. Deistler, “Tanrı dünyayı yaratıp bırakmıştır, dünyaya karışmaz!” derler. Agnostikler, “bilinmezcilerdir” kendileri… “Tanrı var mı, yok mu, bunu bilemeyiz.” derler. İşin içinden sıyrıldıklarını düşünen, af buyurun çakal psikolojisidir, bunlarınki…

En çok verilen cevaplar arasında ateizm, deizm, agnostisizmin olduğu görülüyor. Fakat belki kültürel olarak gün içinde “Allah, inşâallah, mâşâallah, Allâh’a ısmarladık, vallâhi, Allah bağışlasın, Selâm söyle...” gibi din kaynaklı ifadeleri bilmeden kullanıyorlar. Çünkü içinde bulundukları toplumun unsurlarından sıyrılıp çıkmaları pek mümkün değil. Çünkü fıtrat bunu gerektiriyor.

Misal 2: Savruluş. Bu kez matbû bir röportaj. Fotoğrafta saçı arkadan görünen bir kız oturuyor. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni... İmam Hatip ve İlahiyat Fakültesi mezunu. “Önceleri kapıya çıkarken başıma bir örtü alıyordum, namaz kılıyordum, dışarıda da örtülüydüm. Ama sorguladıkça hepsini terk ettim.” diyor. Ama bir okulda Din Kültürü dersi veriyor bu kızcağız. Ateist olduğunu söylüyor…

Misal 3: Bir tv programı… Felsefe profesörü; “Aynı dönem doktora yaptığım bir arkadaşım vardı, imamlık yapmakta... Kendisi inanmıyordu, ateistti.” diye anlatıyor ve ekliyor: “İmam Hatip Liseleri’nde, İlahiyat Fakülteleri’nde ve dahî başka muhitlerde de ateist, deist, agnostikler çıkmaya başladı.”

Misal 4: Bundan birkaç yıl önce öğrencilik ve meslek hayatında son derece yüksek başarılar yakalayıp dünyevî sahada hedeflerini gerçekleştirmiş bir kişi, intiharına ramak kala video yayınladı, sonra da canına kıydı. Kendini ateist olarak tarif ediyordu; artık hiçbir şey ona haz ve keyif vermez hâle gelmişti. İçine düştüğü soru dehlizinden kurtulamıyordu. Video sosyal medya hesabında görülünce arkadaşları evine koşup onu canına kıymış olarak buldular. Video yayından kaldırıldı.

Yukarıda verdiğim her misalin içinde aslında bir boşluk, dikkat çekme isteği, değersizlik hissi yatıyor.

Ateistler, “iyi insan” olmaktan bahsederler ve kendilerini insânî fazîletleri tamamlamış fertler olarak tarif ederler. Yalan söylememek, kimseye kötülük yapmamak, çalmamak, başkasının hakkına saygı duymak, ahlâklı olmak… “Bana bunlar yeter!” der ateist... Esasında “On emir” dâhil olmak üzere, her ilâhî dînin ya da insanî sistemin temel noktası da budur. Her bir ahlâkî fazîleti uygulasa da ateistte mutsuzluk ve huzursuzluk hâkimdir; ne yapsa mutlu olmaz, kafası karışık ve dalgındır. Kendini marjinalliğe verir. Aykırı olup dikkatleri üzerine çekmek ister gibidir. Allâh’a inanmadığını önceleri cılız sesle, sonra yüksek sesle söyler, hattâ haykırır. Ama vicdanı hiç rahat değildir. Haykırdıkça içindeki “Süperego” denilen vicdanı ona bir tokat vurur. Beynini kemiren düşünceler, içinde bir dehliz oluşturmuştur.

“-Ya Allah/Tanrı varsa, ya Cehennem’e gidersem…”

Bu soru, en büyük korkularıdır. Ölüm, kabir, öldükten sonraki hayat onları aşırı derecede korkutsa da ilgilenmez görünürler. Ânı yaşamaya odaklanırlar.

“Düşen uçakta, batan gemide ateist olmaz!” sözü, yaşanan trajediyi son derece güzel özetler. Ateist olduğunu iddia edip uçak türbülansa girince bildiği bütün duâları okuyanları görmüş ya da duymuşuzdur. Demek ki, inanmak fıtrî bir şeydir. İnsanoğlu yüce bir varlığa inanma, bağlanma, boyun eğme “ihtiyacında”dır. İnanmak, umut demektir; insanı kılcal damarlarına kadar besleyen hayat suyudur. İnanmak, bir gâyeye yönelmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Firavun başta olmak üzere inanmayanların başlarına gelen korkunç felâketlerden sonra boyun eğip “Allah!” dedikleri bizlere defalarca anlatılır.

Okumak, görmek, duymak istemesek de ülkemizde müslüman milletin evlâtları arasında yayılmaya başlayan bir “izm” modası var. Bu, şimdilik bir moda belki... Bilhassa başarı seviyesi yüksek liselerde, ergenler arasında çok yaygın... Üniversitelerde bu oran daha farklı seviyelerde. Bu noktada, ülkemizde hizmet veren vakıf, dernek, kurum, kuruluş ve STK’ların hizmetlerini, ar-ge çalışmalarını “gençliğin inanç problemleri” üzerine yoğunlaştırması, bu alanda yaptıkları çalışmaları artırması, birçok insanın hayatında bir kez bile olsa gittiği “Yaz Kur’ân Kursları”nın farklı bir formatla eğitime devam etmesi, akla ilk gelen çözüm yollarıdır. Zira bıraktığımız her boşlukta, bir ayrık otu biter. Biz o ayrık otlarını temizleyemezsek, çoğalır ve önü alınmaz hâle gelir. Vesselâm.

 

Fatma ÇATAK

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle