Yeryüzünün halifesi olan insanın nesneleştiği, eşya ve tüketimin baş rolde oynadığı günümüzde, insana ve aileye dair söz söylemek de hayli zorlaştı. Teknolojinin bilgiye kolay ulaşımı herkesi bir anda “bilge insan” yaptığı için(!) söz söylemeye ne imkân ne de sıra gelmekte… Hattâ içerisinde bulunduğumuz post modern (modern ötesi) dönem, reklamı ve gücü âdeta kutsadığı için “söz” de gölgede kalmakta... Nitekim üniversiteli gençleri okudukları üniversiteleri, ticaret yapan gençleri çalışmış olduğu şirketin ciroları, liseli gençleri ise telefon veya bilgisayar markaları daha fazla ilgilendirmekte...
Bütün bunların yanında hemfikir olduğumuz konu ise, toplum olarak mutsuz, huzursuz ve gergin oluşumuz… Pandemiyle birlikte zirve yapan öfkemiz, gün geçmiyor ki engelli, ihtiyar, çocuk ve hastalarımızı kırıp incitmesin. Yediden yetmişe sivrilen egolarımız, sünnette îsârı, modern psikolojide empatiyi unutturdu. Bilgisayar oyunlarında ardı ardına atılan silahlarla, yakılıp yıkılan şehirler gibi, pervasızca söylenen sözler ve davranışlarla; ebeveynler, akrabalar, dostluklar yakılıp yıkılmakta… Vefâ, kadirşinaslık, tevâzu, merhum Mehmed Âkif’in söylediği gibi, galiba göklerde artık.
“Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok nâfile!
Kaç hakikî müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma galiba göklerdedir.”[1]
İşin en vahimi ise, günahlarımıza tevbe ederken incittiğimiz gönüllerden bir özürü esirgememiz…
Tam da böyle bir zamanda Âlemlerin Rabbi soruyor:
“Nereye gidiyorsunuz?” (et-Tekvîr, 26)
Akabinde göndermiş olduğu Kitab’ı ve Peygamber’ini işaret ederek:
“Düşünüp öğüt almaz mısınız?” (es-Saffât, 155)
“O, herkes için bir öğüttür.” (et-Tekvîr, 27)
Ama nankör, câhil ve zâlim olabilen insanoğlunun varlığını hatırlatarak:
“Kendilerine öğüt verildiğinde öğüt almazlar.” (es-Saffât, 13)
“...Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar.” (el-Bakara, 269) buyuruyor.
Şirk ve zulüm adına her türlü fenalığın işlendiği câhiliyeden saâdet asrının doğması da hiç kolay olmadı. Bu uğurda işkenceye uğrayanlar, evlerinden sürülen ve şehâdete erişenler oldu. Hiç şüphesiz bu eziyetlere Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de mâruz kaldı. Hüzünlendi, duâ etti, zaman zaman şehri terk edip yalnızlığı seçti. Ama iki emânetten biri olan Sünnet-i Seniyye ve hadîs-i şerîfleriyle ümmetine her dâim örnek ve önder oldu. Müşrik, münâfık ve yahudilerle mücadele edip tebliğ ve davette bulunduğu gibi, sosyal hayatın içinde âile fertleriyle, komşuluk ilişkileriyle ve gençlerle ayrı ayrı ilgilendi. Özellikle hayatlarının en önemli dönemlerinde olan gençlere ayrı bir ehemmiyet verdi. Nitekim gençlik, ömrün en verimli zamanı olduğu gibi, toplumların da geleceğini belirleyen değerli bir ölçüdür.
Dersimiz Gençler
Genç kelimesi Arapça’da “fetâ” kelimesiyle zikredilir. Zengin bir dil olan Arapça’da fetâ; “genç, delikanlı, civan, cömert, civanmert, yiğit” mânâlarına gelir. Âlemlerin Rabbi, toplumun temeli olan gençlere verdiği önemden dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de gençlerden çok fazla rol model göstermiş, örnek alınması için uzun uzun tanıtmıştır. Tevhîdi anlatmak için korkmadan putları kıran Hazret-i İbrahim, iffetini koruma uğruna zindana giren Hazret-i Yusuf, Firavun’a karşı duran Hazret-i Mûsâ, babasının rüyası üzerine kurban edilmeye itirazsız teslim olan Hazret-i İsmail ve Ashâb-ı Kehf bunlardan bazılarıdır.
Allah Rasûlü de, Medîne’de Mescid-i Nebevî yapılırken bitişiğine gençler için özel oda yaptırmış, ilim ehli olarak yetişmelerini sağlamıştır. “Ashâb-ı Suffe” olarak isimlendirdiği gençlere, Hâne-i Saâdet’inden özel kapı ile doğrudan girerek, yakından ilgilenmiştir. Gençleri kapasitesine ve ihtiyaca göre, Süryanice ve İbranice gibi bazı yabancı dilleri öğrenmeye teşvik etmiş, vahiy katiplerini yine onlar arasından seçmiştir. Seferlerde komutanlıktan idareciliğe, öğretmenlikten ticarete kadar geniş bir yelpazede kendilerine sorumluluklar vermiş, onları potansiyellerine göre değerlendirmiştir. Yalnızca erkekler için değil, geleceğin anneleri olan kızların eğitimine de îtinâ göstermiş, onlar için hocalar tayin etmiş, kendisi ders ve sohbet için onlara hususî zaman ayırmış, mescidde onlara özel bir kapı yaptırarak cemaate ve sohbetlere devam etmelerini kolaylaştırmıştır.
Câhiliye devrinden yeni çıkan toplumda elbette marjinal gençler de olmuştur. Lâkin Peygamber Efendimiz’in onlara yaklaşımı da çok daha hassastı. Yaptıkları fiillerini ve isteklerini yadırgamadan, dışlamadan, saygı ve sevgiyle onları dinlemiştir. Zina yapmak için izin isteyen gence, sakin bir şekilde:
“-Ey genç, başka birisinin annenle veya kız kardeşinle bu çirkin işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket senin hoşuna gider mi?” diye sormuştu. Gencin hiddetle karşı çıkması üzerine:
“-Şu halde insanlardan da hiç kimse bu işi sevmez.” buyurmuş, sonra mübarek ellerini gencin göğsüne koyarak şöyle duâ etmişti:
“-Allâh’ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusunu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını bağışla.”[2]
Hazret-i Peygamber’in Üç Farklı Gence Üç Farklı Davranışı
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Âlemlerin Rabbi tarafından bütün insanlığa gönderilmiş bir “üsve-i hasene/en güzel örnek”tir. Gençliğinden itibaren “el-Emîn” olan Peygamber Efendimiz, nübüvvetle birlikte davranışları, sözleri, sükût ve takrirleriyle mükemmel bir eğitimci, uzman bir psikolog ve pedagogdur. Karşılaştığı her insana özel davranmış, sade ve öz söylemiştir.
Abdullah bin Abbas (r.a.)
Hazret-i Peygamber bineğine bir gün Abdullah bin Abbas’ı almış:
“-Delikanlı, sana bir şeyler öğreteyim.” diyerek şöyle buyurmuştur:
“-Sen Allâh’ın emir ve yasaklarını gözet ki, O’nun yardım ve inâyetini daima yanında bulasın. Bir şey isteyeceğin zaman Allah’tan iste. Bir yardım dileyeceğin zaman Allah’tan yardım dile. Ve şunu da bil ki, bir konuda yardım etmek maksadıyla bütün millet bir araya gelse, Allâh’ın senin için takdir etmiş olduğundan öte bir yardımda bulunamazlar. Sana zarar vermek maksadıyla hepsi bir araya gelseler, yine Allâh’ın senin hakkında takdir ettiğinden öte bir zarar veremezler. Kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur. Meydana gelecek her şey, önceden tespit ve takdir olunmuştur.”[3]
Abdullah bin Abbas, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefat ettiğinde 14-15 yaşlarında bir gençti. Fakat Allah Rasûlü’nden aldığı îman, takvâ, samimiyet, ilim ve tavsiyelerle Kur’ân ve hadis ilimlerinde bir derya olmuştu. Yaşının küçüklüğüne rağmen büyük ilim meclislerine katılmış, en zor meselelerde çözüm aramıştır. Sahâbe arasında, “Kur’ân’ın Tercümanı, Hadis Denizi” ünvanlarıyla anılmıştır. Peygamber Efendimiz’in bineğinin terkisine alarak onunla husûsî iletişim kurması, akrabalıktan doğan sevgi ve bağlılığını artırmış; akabinde:
“Allâh’ım, ona Kitâb’ı, Kitâb’ın tefsirini ve hikmeti öğret. Allâh’ım, onu dinde ince anlayış sahibi (fakîh) kıl.”[4] şeklinde duâ etmesi, O’nu İslâmî ilimlerde söz sahibi kılmıştır.
Ebû Mahzûre (r.a.)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hayber Seferi’nden dönerken yolda namaz için ezan okunmuştu. Müslümanlara büyük bir kin besleyen Mekke’nin serkeş gençlerinin elebaşlarından olan Ebû Mahzûre ve arkadaşları, ezanı duyunca kayalıkların arkasına gizlenip alaylı bir şekilde müezzini taklit etmeye başladılar. Bunu gören sahabîler öfkelendiler. Hazret-i Peygamber sakin olmalarını bildirerek gençleri yanına çağırdı. Onlara seslerinin çok gür olduğunu söyleyerek teker teker ezan okumalarını istedi. Elebaşları olan Ebû Mahzûre, ezanı isteksiz ve eksik bir şekilde okudu. Allah Rasûlü, sabırla eksiklerini tamamlayıp, sesini nerede yükseltip nerede alçaltacağını bildirerek sonuna kadar okuttu. Sonra mübârek elini başına koyup alnını okşadı, bir miktar gümüş para verdi ve kendisine duâ etti. Gönlü o anda İslâmiyet’e ısınan Ebû Mahzûre, orada müslüman oldu ve Harem-i Şerîf’e müezzin tayin edildi.
Ebû Mahzûre, Rasûl-i Ekrem’in Mekke’den ayrılmasına kadar Kâbe’de Bilâl-i Habeşî ile birlikte ezan okudu. Rasûlullâh’ın okşadığı alnına düşen saçlarını hiç kestirmedi. (678-79) yılında vefat edinceye kadar Mekke’de müezzinliğe devam etti. Kendisinden sonra Mescid-i Harem müezzinliğini oğlu ve torunları yüzyıllarca devam ettirmişlerdi.
Ebû Mahzûre, câhiliyede yetişmiş serkeş gençlerdendi. Yanında bir grup arkadaşıyla her türlü probleme müsait idi. Allah Rasûlü, bu tür gençlere, ceza ve müeyyideyle değil; başarı ve teşvik etme metotlarıyla yaklaşmış ve onu önce “yarışmayı başarmakla”; sonra “Harem-i Şerîf’e müezzin tayin edilme” mükâfâtıyla kazanmıştır.
Enes bin Mâlik (r.a.)
Allah Rasûlü’ne on yıl hizmet eden Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beni bir iş için birine gönderdi. Peygamber Efendimiz’in yanından çıktım, sokakta oynayan çocukları görünce onlara takılıp verilen vazifeyi unuttum. Aradan epey zaman geçti. Birden Hazret-i Peygamber’in yanıma gelmekte olduğunu gördüm. Korkuyla birlikte donup kaldım. Gülümseyerek yaklaştı ve ensemden tutup:
“-Gönderdiğim yere gittin mi?” dedi
“-Hemen gidiyorum, yâ Rasûlallah!” dedim.
Gözlerime bakarak:
“-Seni burada bekliyorum.” dedi. (Bkz. Müslim, Fedâil, 54)
Ben hızlıca gittim, verilen vazifeyi tamamladım. Döndüğümde Hazret-i Peygamber’in beni bıraktığım yerde beklediğini gördüm.
Hazret-i Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh’a çocuk yaşta verilmiş ve uzun müddet hizmetinde bulunmuş bir sahabîdir. Kendisi Hazret-i Peygamber’le münasebetlerini şöyle anlatır:
“Rasûlullah’ın yanında on yıl hizmet ettim. Her işim O’nun arzu ettiği şekilde olmuyordu. Yaptığım bir şey için «Bunu niye böyle yaptın?» Yapmadığım bir şey için de «Niye şöyle yapmadın?» demedi. Rasûlullah bana ne kötü bir söz söyledi, ne de yüz ekşitti. Bir kere bile bana «Öf!» demedi. Beni hiçbir zaman ayıplamadı.”[5]
Çocuklar/gençler bizlere, eğitilmek, öğretilmek üzere verilen emanetlerdir. Her çiçeğin bakımı farklı olduğu gibi, her gencin anladığı dil, potansiyel ve başarısı da farklıdır. Bazıları söz ağızdan bir kere çıkınca yerine getirir, bazıları Enes -radıyallâhu anh- gibi arkasını takip edince uygular. Allâh’ın halifesi olan insanın “emanetçisi” olan bizler, bu emanete en güzel şekilde davranmaya, Rabbini ve dînini sevdirerek onu terbiye etmeye çalışmalıyız.
Özellikle teknoloji ve sosyal medyanın hayatımıza hâkim olduğu günümüzde bu fedakârlığı farklı bir titizlik ve ihtimamla yapmak durumundayız. Nitekim kulvarda yarıştığımız sistem, hevâ ve arzulara hitap eden, ona ağır sorumluluklar yüklemeyen, son derece kolay ve eğlenceli bir yol!.. Emanetlerimiz olan gençlerimizi kazanmak ise, başlı başına en büyük uhrevî servet ve mânevî sorumluluk...
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hayber fethine giderken Hazret-i Ali’ye hitaben:
“-Ey Ali, Onlara yavaşça sokul, sahalarına in. Sonra kendilerini İslâmiyet’e dâvet et. Onlara gerekli olan İslâm esaslarını haber ver. Ey Ali, yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın senin sebebinle bir tek kişiye hidâyet verip doğru yola iletmesi, senin için kızıl develerinin olmasından ve bunları Allah yolunda tasadduk etmenden çok daha hayırlıdır.” buyurmuştu.[6]
Bugün de en yakınlarımızdan başlayarak İslâm’ın güzel yüzüyle insanları tanıştırma mecburiyet ve mesûliyetimiz var. Bu, aynı zamanda bizim dünya ve âhiret kurtuluşumuzun yegâne yolu!..
[1] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, “Hatıralar, Hadîs Meâl-i Celîli” başlıklı şiirden.
[2] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 256.
[3] Tirmizî, Kıyâme, 59; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 307.
[4] Bkz. Buhârî, İlim, 17; Vudû, 10.
[5] Ebû Dâvûd, Edeb, 1.
[6] Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb, 9; Megâzî, 38.
YORUMLAR