Gençler hayallerle, yaşlılar hâtıralarıyla avunurmuş. Hâtıralar o kadar çoğaldı ki, galiba biz de o sınıfa dâhil olduk… Büyüklerimiz her fırsatta hâtıralarını anlatırlardı da bize masal gibi gelirdi. O eskiden kıymet vermediğiniz hâtıra ve nasihatleri, öyle bir zaman geliyor ki, hemen aklınıza geliveriyor. Oysa onları o zaman can kulağıyla dinlemiş değilim, ister istemez şuur altına yerleşiyor demek ki...
Eskiden “çekirdek âile” yoktu; her evde babaanne, anneanne, dede, dayı, hala, teyze vardı. Kalabalık olunca genç anne-baba işlerle uğraşır, çocuklar da nine ve dedeleriyle bol bol vakit geçirirlerdi. Sevgi, huzur ve emniyet duygusuyla onların hayat hikâyelerini bir masal edâsıyla dinlerlerdi. Şimdiki gibi televizyon, internet, çocuk dergileri, hattâ radyo bile yoktu. Ama çocuklar hiç yalnız kalmıyor, küçücük dünyalarındaki çözümsüz sanıp kendilerini bunalıma sokan düşüncelerle hiç baş başa kalmıyorlardı. Mahalleden arkadaşları, evde büyükleri, hemen bir çözüm üretebiliyorlardı, büyük (!) problemlerine…
Şimdi görüyorum, küçük çocuklar bile odasında kendine bir dünya kurmuşlar, etraflarındaki olumsuz cereyanların tesiriyle, hele de internet gibi iki uçlu bıçakla başbaşalar… Eğer sık sık kontrol edilmezlerse ruhlarında uçurumlar meydana geliyor. Çevresinde hiç kimseyle iyi ya da kötü hiçbir şeyini paylaşmayı bilmeyen, en ufak bir olumsuzlukta bunalıma giren gençler var. Anne-baba üniversite mezunu, maddî durumları son derece iyi, anne emekli olmuş, ama oğulları sık sık bunalıma giriyor.
“Neden benim bir kardeşim yok? Şimdi her şeyimi onunla paylaşırdım. Çocukluğumda hep işiniz vardı, çok yalnız kaldım. Sokağa da bırakmadınız, fazla arkadaşım olmadı!..” diye sitem ediyor.
Anne o kadar üzgün ki…
“-Mümkün olsa, bir çocuğumun daha olmasını isterdim. Keşke çalışmasaydım, belki birkaç dünyalığımız olmazdı, ama çocuğum mutlu olurdu!..” diyor.
Eskiden çocuklar, akşama kadar bahçede, sokakta arkadaşlarıyla çeşitli oyunlar oynar, iyice yorulup enerjisini tüketip eve döner dönmez elini yüzünü yıkar, yemeğini yer, okula gidiyorsa ödevini yapar, değilse uykusu gelir, derin uykulara dalardı. Hele de kasabada oturuyorsanız trafik derdi de olmaz, herkes birbiriyle ya akraba ya da komşu olurdu.
Uzun kış gecelerinde yaşlıların gidebileceği mesafede ziyaret edilecek yerler varsa gidilir, değilse yaşlılar, çocuklarla evde kalmayı tercih ederlerdi. Böyle gecelerin en çok hoşumuza giden tarafı, büyüklerimizin bize masallar anlatmalarıydı.
Bazı akrabalara giderken hele de kar yağmışsa, ayın ışığıyla yerdeki kar kristalleri pırıl pırıl parlar, tertemiz havanın ciğerlerimize dolmasıyla nefes alır, âdeta canlanırdık… Kardaki gıcır gıcır ayak seslerimiz, peşimize takılan evin kedisi veya köpeği, gökte cam gibi parlayan yıldızlar, hayatımızdaki unutulmaz sahnelerdir. Haftada bir gün radyo tiyatrosu olur, o gün büyük-küçük herkes, işlerini ayarlar, âdeta tiyatroya gider gibi çıt çıkarmadan dinler, arkası yarınları merak ederdik. Radyo yayınları bu kadar net değil, ara sıra parazit yapar, bazı konuşmaları kaçırsak bile pür dikkat dinlerdik. Daha küçükken radyo yayınlarının nasıl gerçekleştiğini bir türlü kavrayamıyor; “insanlar bu küçük âletin içine nasıl girebiliyor” diye merak ederdik, babamın izahı üzerine bu soruların cevabını öğrenmiştik…
Radyo, ne ki?! İlerde televizyon diye bir âlet çıkacakmış; bütün bu konuşanları, şehirleri, olan-biteni gösterecekmiş!.. Hani şu gökte gördüğümüz ay var ya, insanlar ona gidecekmiş. Asırlar kadar uzak, yalnızca hayal edilebilecek bir şey gibi...
Hazır gıdalar yok denilecek kadar azdı. Zengin olsun, fakir olsun herkes kışlık ihtiyacını kendisi karşılamak zorunda idi. Ulaşımın yeterli olmaması yüzünden insanlar ihtiyaçlarını başka yerlerden satın alamıyordu. Herkes kendi bölgesinde ne üretiliyorsa, onu değerlendirmek zorundaydı.
Savaş olmuş, dolayısıyla kıtlık yıllarında her eve bir veya iki portakal gelir, dilim dilim paylaşırlarmış. Herhalde develerle gelirmiş… Bir de kahve tiryâkîliği vardı. Bâzen:
“-Biz de istiyoruz!” derdik.
“-Çocuklar içmez, kararırsınız!” derlerdi.
Hem kalabalık âileler için ayrıca bir masraf, hem de her zaman temin etmek mümkün değildi. Her evde soba kurulur, herkes durumuna göre odun, kömür veya tezek yakardı. Sabah erkenden köylüler, dağlardan söktükleri kütükleri eşeklere yükler, satmaya getirirlerdi. Kok kömürünü tutuşturduktan sonra her taraf sıcacık olur, üzerinde güğüm ve çaydanlık kaynar, taze ıhlamur kokusu odaya yayılırdı. Sıcağın verdiği rehâvet, suyun çıkardığı ses, insana ninni gibi gelir, ıhlamurun kokusu ve tadı da sizi etkiledi mi, uykunun en âlâsına dalar, hele de çocukluğun verdiği umursamazlıkla rüyalardan rüyalara geçer, sabah olduğunu fark edemezdiniz bile...
Uzun tüylü kedimizin, sobanın arkasındaki hususî minderinde öyle bir yatışı vardı ki, âdeta postu sermişçesine. Dışarıdan gelen rüzgârın sesi de ayrı bir mûsikiydi. Kışın en soğuk gecelerinde âileler bir araya gelince “Tel tel çekelim.” derler ve elbirlik edip bugünkü pişmaniye evlerde yapılırdı. Yere sofra serilir, büyük bir sini koyup üzerine şeker, un vesâire konur, halka şeklinde döne döne çevirirler, bizler de sabırsızlıkla beklerdik.
Sonbahar geldiğinde her evde kışa hazırlık başlardı. Zaten Anadolu’da yaz, üç ayı bulmaz. Hemen her sebze kurutulur; salçalar, erişteler, turşular, her çeşit reçel, salamura, peynir, tarhana, bulgur vesâire yapılırdı. Bir inek ve bir koyun kesilir, elde çekilen et makinesiyle sucuklar yapılır, iplere asılıp kurutulur. Bağı olsun olmasın, herkesin pekmezi kaynatılır, cevizli sucuk yapılır. Üzüm, ayva, üvezler, “hevenk” denilen askılara asılır, kışa saklanırdı. Bütün bu yapılanlar, aylarca durur, şimdiki gibi bir haftada bozulmazdı. Evler, ayva, kavun kokardı. Bolluk bereket vardı.
Bahçede bütün kümes hayvanları, evin artıkları veya buğdayla beslenirdi. Her şeyde tabiî lezzet, temiz hava, bol gıda vardı. Rahmetli babacığım, hafta sonları fırından somun ekmeği alır, ortasını yuvarlak bir şekilde açar, içine saf zeytinyağını koyar, biraz soğuyunca yerdik. O kadar lezzetli olurdu ki… Kışın kok kömürü iyice kızardığı zaman hemen şişleri hazırlar, yanına sumaklı soğan salatasıyla ikram ederdi. Hele misafir geldi mi, hemen sobanın başına geçerdi:
“-Siz çocuksunuz, iyi beslenin, doktora ihtiyaç duymayın!” derdi.
Benim karla tanışmam çok enteresandır. Adana’da doğdum, altı yaşımda İç Anadolu’nun karakteristik özelliklerini taşıyan Keskin’e geldik. Henüz okula da gitmiyorum. Bir sabah anneciğim beni uyandırdı:
“-Hadi kalk da pencereden dışarı bir bak!..” diye.
Evimiz eski Anadolu evlerinden iki katlı, bahçeli… Arazinin de yüksek olması dolayısıyla karşıda dağlar, tepeler, köy yolları... Evler, sokaklarıyla geniş bir bakış açısına sahipti. Pencerenin önüne geldiğimde hayretten donakaldım. Her taraf, hiçbir boşluk kalmadan beyazlara bürünmüş. Bu ne müthiş bir manzaraydı!.. Evlerin damları, ağaçlar, telefon telleri, yollar, her şey, her yer, âdeta şekil değiştirmişti.
Evde herkes bana bakıyor, “Bu ne?” sorusuna cevap vermemi bekliyorlardı. Ne olabilirdi? Bugüne kadar hiç söz konusu edilmemişti. Şimdiki gibi televizyon da yoktu ki? Ne desem acaba? O kadar zorlandım ki!.. O küçücük dünyamda neye benzetebilirdim ki…
“-Un!..” dedim.
“-Olur mu?” dediler.
“-Toz şeker…” dedim.
“-Herkes şekeri neden sokaklara döksün?” dediler.
Doğru ya, bu da olmadı. Benzemese bile “kül” dedim, “Kül beyaz mı?” deyip güldüler.
O kadar merak ettim ki… Sonunda karla tanışmış oldum. Böyle muhteşem bir tabloyu yüce Yaratan’dan başka kim yapabilir ki?!
Bir arkadaşım, torununu uyutmak için masal anlatıyor, artık çocuk masalsız uyumuyor. Bir gün işi çıkıyor, dedesine:
“-Bugün de sen uyut, benim gitmem lâzım!..” diye gidiyor.
Çocuğun uyku vakti geliyor.
“-Hadi dede, masal anlatsana!..” diyor. Dede de:
“-Yavrum, ben hiç masal bilmem ki, ne anlatayım sana?”
“-İlle de masal!..” diye tutturunca,
“-O zaman bari ben de sana çocukluğumu anlatayım!..” diye başlıyor
“-Âh yavrum, biz çocukken böyle güzel oyuncaklarımız yoktu. Hep kendimiz telden kutulardan arabalar, kumdan evler, bir şeyler yapar oynardık. Seninki gibi bisikletimiz falan da yoktu. Elbisemizi ya annem diker ya da abimin küçülenlerini giyerdim. Okul çantam bile yoktu. Annem bezden bir çanta yaptı, onunla giderdim. Ayakkabım eskimesin diye bazen çıplak ayakla yürür, bazen giyerdim. Bir tane kalemim vardı, bitecek diye ödüm kopardı.”
Çocuk sabırla buraya kadar dinledikten sonra derin bir iç geçirir ve:
“-Dedeciğim, ben senin çocukluğunu hiç sevmedim!..” der.
İşte böyle, ben eskilere dalıp gittim, ama sevmeyen de olabilir.
Şimdi devir değişti diyorlar, evet çok şey değişti. Teknoloji her gün yeni şeyler üretiyor, akla hayale gelmeyen kolaylıklar sağlıyor; yaşlılar da bu gelişen teknolojiyi takip edemiyor. Bu da sanki “büyükler bir şey bilmiyor” mânâsına geliyor çocuklar ve gençler açısından… Değişmeyen tek şey çocukluk… Çocuk, her zaman saf ve temiz… Onları değiştiren biz büyükler…
“-Aman canım, çocuktur, ne anlar?!” demeyelim.
Bize normal gelen şeyler, onların dünyasında öyle yer ediyor ki, yıllar sonra “sen şöyle söylemiştin” ya da “şöyle olmuştu” deyiveriyorlar.
Bir hâdiseyle karşılaştığımda, yıllar sonra rahmetli ninemin söylediği sözler aklıma geliveriyor. Hani bir söz vardır, “çocuklukta öğrenilen bilgiler, taşa yazılmış gibi, yaşlanınca öğrenilenler kuma yazılmış gibi” diye. Aynen öyle… Bir işadamı ahbâbımızın bir hâtırasını dinlemiştim.
Bu iş adamı, eşiyle birlikte Uzakdoğu’ya seyahate çıkar; hem ziyaret, hem ticaret maksadıyla tatil yapıp dönüşte de eşe-dosta biraz da hava atarım diye düşünür. “Hadi gelmişken önce mağazaları gezelim, değişik kumaşlar vesâire bakalım…” diye bir mağazaya girerler. Beğendikleri kumaş oldukça pahalıdır, ama çok beğendikleri için pazarlık yapmak isterler. Mağaza sahibi, fazla indirim yapamayacağını söyler. Bu konu biraz uzayınca mağaza sahibi:
“-Siz hangi ülkeden geldiniz?” diye sorar.
Onlar da “Türkiye” deyince mağaza sahibi derhal kumaşı kestirip güzelce bir paket yapıp hanımına takdim eder:
“-Bu bizim size hediyemiz!..” der.
Biraz önce pazarlık etmeye yaklaşmayan bu adamın tavrı karşısında bizimkiler şaşırır.
“-Mademki siz Türkiye’den geldiniz, Osmanlı’nın torunlarısınız. Sizden para almayız, lütfen kabul edin!..” der.
“-Hangi otelde kalıyorsunuz? Yarın Cuma namazına nereye gideceksiniz?” deyince bizimki oldukça şaşırır; ne namazı, ne Cuma’sı diyemez.
Yıllar var ki, ne câmiye gitmek, ne de Cuma namazını kılmak aklına bile gelmemiştir. Dünya hayatı, onu o kadar sarıp sarmalamıştır ki, birden ne söyleyeceğini bilemez. Hani bir Nasrettin Hoca fıkrası vardır ya… Hocayı bir gün yolda çevirirler:
“-Hocam, bugün Ramazan’ın kaçı?” diye sorarlar. Hoca, bakar işin içinden çıkamayacak, cevabı yapıştırır:
“-Evlâdım, ben bu şehrin yabancısıyım!..”
Onun gibi:
“-Ben yeni geldim, hangi cami daha yakın bilemiyorum!” der.
Mağaza sahibi:
“-Siz adresinizi verin, ben sizi yarın şoförümle aldırırım, merak etmeyin!..” diye karşılık verir. Bizimki:
“-Aman zahmet etmeyin!..” dediyse de:
“-İmkânı yok bırakmam, siz bizim misafirimiz sayılırsınız!..” diye ısrar eder.
Bizimkiler, teşekkürlerle oradan ayrılırlar. Sabah araba gelir, câmiye giderler. Adam hemen gider, imamla konuşur, elinde cübbeyle bizimkinin yanına gelirler:
“-Buyurun efendim, cuma namazını siz kıldırın!..” diye…
“-Hoca varken ben nasıl kıldırayım? Ben bilemem!” dediyse de tevâzu gösteriyor sanıp:
“-Siz Osmanlı’nın, Fâtih’in torunları varken biz size imamlık etmekten hayâ ederiz. Lütfen!..” deyip imâmete geçirirler.
“-İşte orada hayatımın en çetin sınavını verdim.” diyordu ahbâbımız… Sonra da duygu ve düşüncelerini şöyle ifade ediyordu:
“Aman Allâh’ım, ben şimdi ne yapacağım? Yıllar var ki alnım secdeye gitmedi. Bu kadar insan arkamda, ben ne yapacağım diye Yüce Yaratan’a öyle bir sığındım ki... Ne olur bana yardım et, bir daha namazlarımı bırakmayacağım!.. Ecdâdımın hatırına beni mahcup etme Allâh’ım dedim. Fazla duâ da bilmiyorum. Çocukken dedemle sık sık câmiye giderdik. O zaman hâfızamda ne kalmışsa o… Rabbim aklıma getirdi, ama nasıl bir namaz kıldırdım bilemiyorum?! Herkes gelip dînini bizim ülkemizde öğrenir; ben de dînimi başka ülkede öğrendim.” diyordu.
Çocuğa öğretilen hiçbir güzellik boşa gitmez. Rabbim, kalbimize, dilimize ve etrafımıza güzellikler verebilmeyi lutfetsin. Âmin.
YORUMLAR