“Geleneğin mahkûmu muyuz, yoksa gelenekleri mahkûm eden biz miyiz?” Geleneklerin, toplum açısından duygu düşünce ve davranışlarımıza yön veren varlığı, tartışılmaz bir hakikat... Onları hayatımızdan tamamen çıkarmak mümkün değil. Aynı coğrafyayı paylaşan, dîni, dili bir olan insanların geçmişten gelen, kültürel alışkanlıkları devam ettirmelerinin faydasına hepimiz inanıyoruz. Peki, doğruları yanlışlarıyla ayırt etmeksizin mi hayatımızın içine alıyoruz?
Hepsinden ötesi gelenekler, dînin, hem ferdi, hem toplumu en mükemmele ulaştıran kurallarına aykırı düştüğü noktada sorgulanmalı mı, sorgulanmamalı mı? Hemen herkes, elbette sorgulanmalı, hatta hayatımızdan bir çırpıda çıkarıp atılmalı diyecektir. Ama uygulamaya gelince böyle olmuyor. Yanlış şekilde uygulanan geleneklerle ortaya çıkan problemler, çözümsüz bir şekilde devam ediyor. Buna verilecek en mühim örneklerden biri, kız-erkek çocuğu ayrımı.
“İnsan evlatları arasında ayrım yapar mı hiç, nasıl olur?” diye itiraz eden sesleri duyar gibi oluyorum. İtiraz edenler arasında dahî, içten içe bu ayrımı yapanlar olabileceğini düşünüyorum. Bu ayrım, âdeta toplumun temel taşına kazınmış bir kural hâline gelmiş. Anadolu’nun ücrâ köşelerinde, cehâlet sebebiyle bu ayrımın acımasız örneklerini duyuyoruz. Buna karşılık, en modern, en pahalı koltuklar üzerinde yaşayan bir standarda sahip, evine her hafta gazete-dergi giren halkın içinde de bu ayrım yapılıyor.
Zengin âilelerde erkek çocuk doğunca sevinç nârâları atılıyor, tüm âile büyük bir sevinç yaşıyor. Servetin yegâne sahibi, saltanatın devam ettiricisi olarak görülüyor. Eğer dünyaya gelen kız çocuksa, “Aman da pek şirinmiş!..” sözlerinin arkasında serveti yemeye aday tarla faresi gibi görülüp muâmele edildiğini pek çok kez duymuşuzdur. Ya da daha acımasızı, cinsiyet belirlendikten sonra kız ise yaşamasına müsâade edilmez. Kız çocuğunu toprağa gömen câhiliye, aradan 21 asır geçse de eskimiyor. Şu bir gerçek ki, baba mirası paylaşıldığında erkek evlatlar alıp başını gidiyor ya da kendine ayrı bir dünya kurup âilesinden uzaklaşıyor. Kız çocuklarının evlilik hayatıyla beraber anne-babalarına daha yakın ve vefâlı olduğu görülüyor.
Peki, geleneklerin taassub hâlinde yaşandığı kırsal kesimde bakın neler oluyor? Eğer dünyaya gelen kız çocuk ise, âile fertleri büyük üzüntü yaşıyorlar. Çünkü onlara göre, nesli devam ettiren, sadece erkek çocuktur. Kız doğuran kadın ise, gözden düşer, kınanır.
Oysa bugün televizyonlar, tıbbî gelişmelerle ortaya çıkan gerçeği pek çok kez vurguluyor: “Cinsiyeti belirleyen anne değil, babadır!..”
Fakat buna kulak tıkayan zihniyet değişmiyor. Erkek üstün ve her ne hâlde olursa olsun haklıdır. Kadın ise eksik, aklı kısadır. İşte kız doğuran analar, anne olması sebebiyle Cenâb-ı Hak katında ne kadar kıymetli olsa da halk nazarında bu görmezden gelinir. İşin ilginç tarafı, Anadolu kadını, doğurduğu çocuğunu merhametle sarması gerekirken o da taassubun destekleyicisi rolünde “Kız doğuracağıma bağrıma taş bassaydım!..” diyerek dövünmeye başlar. -Böyle olmayanları da tenzih ediyorum.- Kız çocuğunun doğduğu gün, kara gündür; ama kendini âilesinin nazarında aklayabilir de... Babasının gözünde inci tanesi gibi parlayıverir bir anda. İleride kıymet bilen bir mal sahibi çıkarsa, iyi bir “başlık parası”na satılacaktır (!) çünkü... 14-15 yaşına gelince de damat adayının yaşına bakmadan evlendirilir. Fikri sorulmaz; gözyaşı sel olsa merhamet edilmez. El kapısına gitmeden önce de “ırgat” olarak çalışıp baba ocağının hizmetkârı olacaktır. Size buna denk düşen bir örnek vermek istiyorum. Memleketin uzak bir köşesine gitmeye gerek yok. Alanya’dan hemen sonra gelen Gazipaşa’da yaşanan bir hadiseyi aktaracağım. Ayşegül Hanım anlatıyor:
“Yıl 1992… Oturduğumuz mahallede çok çocuklu bir âile vardı. Erkek çocuklar daha ayrıcalıklı tutuluyordu. Çocuğu olmayan bir âilenin isteği üzerine, üç kızlarını da evlatlık verdiler. 12 yaşına kadar, bu çocuklar ana-baba hasreti yaşadılar. Babalarının seralarda çalıştırmak için işçiye ihtiyacı olunca, bir çırpıda evlatlık verdikleri kızlarını ırgatlık yapmaları için geri istediler. Onlar da nasıl olduysa geri verdiler. Bu çocukların durumunu düşünebiliyor musunuz? Karakterlerinin yeni yeni geliştiği bir çağda, insan yerine konulmayan bir muâmele altında neler hissettiler? Bunun üzerine yaşananlar cabası… Babalarına, kızlarından biri için yüklü bir başlık parası teklif edildi. Baba buna pek sevindi tabi. Kızının hâli ise içler acısı… Lisede onunla beraber okuduk. Gözlerinde her zaman fark edilen bir hüzün vardı. Fakat okumaya meraklı bir arkadaştı. Bu haberle epey sarsıldı. Kendisiyle çok konuşmadık, ama okuyarak hayatında farklı bir gelişme olmasını bekler gibiydi. Böyle olursa kendini değerli hissedecekti. Şimdiyse bir anda ortaya çıkan bu durum karşısında yapılacak şey belliydi. Kız olarak doğmanın getirdiği suçu (!) hafifletmek için buna râzı olacaktı. Seçme hakkı yoktu. Biz de bir süre sonra Gazipaşa’dan taşındık. Sonra, kendisinden hiç haber alamadım. Onunla beraber aynı durumu yaşayanlar için duâ ediyorum.”
Yine bir başka hadiseyi, Aysel hanımın dilinden dinleyelim:
“Çocukluğum İzmit’in bir köyünde geçti. Biz dört kız kardeşiz. Babamın hâricinde, diğer amcalarımın hepsinin erkek çocukları var. Erkek evladı olmadığı için dedem sahip olduğu tarlalarından babama pay vermedi. Babamı hep kınadılar, 4 kız çocuğu olduğu için… Fakat babam, bize her zaman değer verdi. Onların kınamalarına aldırış etmedi. Rızkımızı kazanmak için, amcamlara ait tarlalarda işçi olarak çalıştık. Alışverişte de amcamların çocuklarına ayrıcalık gösterilirdi. Hatta bir gün hiç unutmuyorum; amca çocuklarının hepsine ayakkabı alınacaktı. Naylon ayakkabılarım olacağı için çok mutlu olmuştum. Sabırsızlıkla bekliyordum. Fakat bize gelen naylon değil, lastik ayakkabıydı. Çok büyük hayal kırıklığına uğramıştım. Sonra öğrendik ki, amca çocuklarına naylon ayakkabı alınmış. Bilemezsiniz, bu hâdisenin, çocuk dünyamda nasıl duygular bıraktığını… Hep âile olarak mahrum bırakılsak da sonraki hayatımızda en çok bolluk ve bereket içinde yaşayanlar da bizler olduk. Rabbim ne çocukluğumuzda, ne de evlenip yuvamızdan ayrıldıktan sonra bizi mağdur etmedi. Ve hep huzurlu yaşadık. Şimdi bakıyorum; ayrıcalıklı tutulan diğer âile fertlerinin arasında huzursuzluk var. Huzuru da parayla satın alamazsınız. Benim de üç kızım, bir oğlum var. Hepsi okudular. Oğlum kaymakam oldu. Kızlarım da Kur’ân kursunda öğretmenlik yapıyorlar. Elhamdülillâh, hepsi Allah yolundalar. Dedemin diğer torunları ise böyle değil. Bu yollardan uzakta yaşıyorlar, bunun için de huzursuzlar…”
Bu iki hâdisenin benzeri pek çok örneği, toplumun her kesiminde görmek mümkün… Hatta bilim dahî, yapılacak yeni bir keşifle bu ayrımcılığa hizmet etmiş oluyor. Embriyologlar, ebeveynlerin tercihlerine göre anne karnında cinsiyeti belirleme yönünde adım attıklarını söylüyorlar. Demek cehâlet, kitap okuyarak ya da maddî imkânlardan faydalanmakla kalkacak bir şey değil. Zihinlerdeki cehâletten kurtulmak, ancak taassubu kazımakla gerçekleşebilir.
İşte konunun başında, “Geleneğin mahkûmu muyuz, yoksa geleneği mahkûm eden biz miyiz?” sorusunu sormamızın sebebi bu. Gelenekleri oluşturan bizler isek, onları değiştirecek irâde bizde mevcuttur. Değiştirmeyip gelenekleri yanlışlarla bir başına bırakıyorsak, kültür mirasımızı mahkûm eden de biziz.
Biliyorsunuz, Allah Rasûlü, cehâlet sebebiyle kız çocuklarının kınandığı bir toplumun içinde yaşıyordu. Gelen din, geleneklerin çok üstünde, tamamen adâlet düsturuna dayanan bir bakış getirdi. Âyetlerle, cinsiyet ayrımcılığı kaldırıldı. Peygamber Efendimiz, erkek evlatları dünyaya geldiğinde kızlarından farklı olarak bir sevinç emâresi göstermedi. Kureyş’in hiç anlayamayacağı bir tavırla Hazret-i Fâtıma’nın doğumunda düğün yemeğine benzer bir yemek verip kutlama yapmıştı. Bu hâdise, hayret ve şaşkınlıkla karşılandı. Maksat, bu zihniyeti ortadan kaldırmak ve Allah katında ayrıcalığın sadece şahsiyet, ahlâkî fazîlet ve kalp üstünlüğüyle olduğunu öğretmekti. Ve bu ölçülerle zihni ve kalbi aydın mükemmel bir toplum oluştu. Allah Rasûlü’nün 14 asır önce gerçekleştirdiğini bugün biz başaramıyoruz.
İşte bu ölçüde yaşamayı kendisine hedef edinmiş örnek bir âileden bahsederek yazıyı neticelendirmek istiyorum. Lütfi Bey ve zevcesi Hatice Hanım, Safranbolu’da yaşıyorlar. Lütfi Bey, öğretmenlik yapıyor ve aynı zamanda yeni açılan Kur’ân Kursunun idârî hizmetinde yer alıyor. Altı kız çocukları var. Örnek bir âile olmuşlar, her zaman… Erkek evlat sahibi olmaları için etraflarında duâ etmeyi teşvik edenler olmuş. Fakat onlar bunun için özel duâ etmemişler. Altı kız sahibi olmanın mutluluğunu yaşıyorlar. Onların yetişmesi için her zaman destek olmuşlar. Lütfi Bey, hem çok çocuk sahibi olmanın, hem de hepsinin kız olmasının ayrı bir bereketini gördüklerini söylüyor:
“-Tek bir maaşla geçinmemize rağmen her biriyle evimize ayrı bir bereket ve bolluk girdi.” diyor.
Lütfi Bey’i tanıyanlar, kızlarından dolayı diğer babalara kıyasla çok daha merhametli olduğunu söylüyorlar. Bu da idârecilik görevinde ona artı bir değer kazandırıyor. Hatice Hanım, eve misafir geldiğinde hiç sıkıntı yaşamıyor. Kızları bir taraftan eğitimlerini alırken, bir taraftan da annelerinin en büyük yardımcıları… Lütfi Bey ve Hatice Hanım, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, üç kız çocuğu olup da, onları İslâm şahsiyeti ile yetiştirenlere yaptığı övgüye mazhar olmak istediklerini söylüyorlar. Biz de onların, iki cihan saâdetine nâil olmalarını niyâz ediyoruz.
Yanlışlıkları görüp, düzeltecek bir irâdeye sahip olmak, her doğan çocuğu “büyük bir lütf-i İlâhî” sayıp bu nîmetin en ideal şekilde şükrünü yerine getiren anne-babalardan olmak temennisiyle...
YORUMLAR