Pişmanlık, insana değer katan bir davranıştır. İnsanın dışındaki diğer canlılar için böyle bir özellik herhalde yoktur. Pişman olma duygusu, kulu, Rabbi ile “tevbe” gibi mühim bir amelde buluşturur.
Tevbe, insan hayatında, yeni başlangıçlar yapabilmek için en önemli çıkış kapısıdır. Tevbe etmek için kalpte duyulan “derin bir pişmanlığa” ihtiyaç vardır. Bu derin pişmanlık da o hatayı bir daha tekrar etmemek azim, kararlılık ve samimiyetini içinde barındırır. Tevbe, Rabbin yüce kapısına nedâmet duyguları ile yüz sürerek yapılan bir kulluk tezahürü ve acziyet ifadesidir.
Diğer taraftan beşerî münasebetlerde de pişmanlık duygusu, insanın yükünü hafifleten, vicdanını rahatlatan ahlâkî bir tavır olarak karşımıza çıkar. Yapılan hatanın farkına varmak, o hatadan dönmek ve hatayı yaptığımız kişiden özür dilemek; hatayı sıfırlamasa da tesirini azaltıp izini yok eder. En azından dostlukları perçinleyip kırgınlık ve düşmanlıkları azaltır.
Dünya sahnesinde var olduğumuz süre boyunca, yaptığımız her hatanın bir noktaya kadar telafisi mümkündür. Yeter ki, hatamızın farkına varalım ve pişmanlık duyalım! Nefes alıp verdiğimiz her an, yaşadığımız her gün hatalarımızı azaltma, günahlarımızdan pişman olma ve kul hakkından kurtulma için büyük birer fırsattır. Ölümden sonra bu helalleşme ve pişman olma vakti geçmiş; artık ilâhî huzurda hesaba çekilme ve yaptıklarımızın karşılığını görme zamanı gelmiştir.
Bu dünyada biraz yüzümüz kızarsa ve mahcup olsak da, hatamızı itiraf ile telafi imkânı varken, âhirete kalan hesaplaşmalar, dünyada zorlukla biriktirdiğimiz âhiret sermayesi üzerinden olur. Bu da belki birkaç cümleyle ödeyebileceğimiz bir pişmanlığın, sonsuz mükâfâtların azalması veya sonsuz azap yurdunda cezaya çarptırılmak şeklinde ödenmesidir.
Elbette bu hesabı fark etmek için, insanın sık sık yaptıklarını, söylediklerini gözden geçirmesini, bir otokontrol sistemiyle kendi kendiyle hesaplaşması gerekir. Dünyada kendimizle yaptığımız bu hesaplaşma ne kadar çetin ise, âhiretteki günah ve hata yükümüz o kadar hafiflemiş olacaktır.
Hepimiz insanız; zaaflarımız, unutkanlıklarımız, gafletimiz çok… Hepimiz, farkında olarak ya da olmayarak bol bol hata işliyoruz. Peygamber Efendimizin ifadesiyle:
“Bütün Âdemoğulları günah işler. Günahkârların en hayırlısı, tevbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)
Başka bir hadîs-i şerifte de günahı silmenin yolu şöyle tarif edilmiştir:
“Günahtan tam dönen ve tevbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)
O hâlde gerek Allâh’a karşı işlediğimiz günahlarda, gerekse kullarına karşı işlediğimiz suç ve hatalarda pişmanlık duymalı ve onları telâfi etmek için elimizden geleni yapmaya çalışmalıyız. Buradaki samimiyet ve gayret nispetinde, Allâh’ın ve insanların bizi affetme ihtimali yükselmektedir.
Eskilerin ifadesiyle, “Tevbe ile büyük günah, ısrar ile küçük günah yoktur.” Yani bir insan samimi tevbeye başvurarak büyük günahları bile affettirebilir. Aynı şekilde bir kişi, “Ne olacakmış canım!” deyip küçük görünen hata ve günahlara devam ettikçe, o küçük artık büyümüş ve insanı yutacak hâle gelmiş olur. Çünkü o hatayı küçük görmek, terk ve telafi etme niyetimizi yok eder.
Bu sebeple insanda pişmanlık duygusunun kaybolması, artık hata ve günahların kanıksanmış olmasının işaretidir. İnsan, hata işlese de bunun hata olduğunu görmez ve aynı hataları tekrar etmeye devam eder.
Pişmanlık duygusunun kaybı, insan için felaketlerin en büyüğüdür. Bu vücuttaki acı-ağrı duyusunun kaybı gibidir. İnsan, vücudu yansa derideki gözeneklerle bu acıyı hisseder ve kendisini o ateş kaynağından uzaklaştırır. Ancak acı-ağrı hissi kaybolmuşsa, ne kadar çok bölge yanarsa yansın, farkına varmaz.
Pişmanlık duygusu, îman ve takvânın da işaretidir ve kalbin canlılığını gösterir. Hastalanmış, katılaşmış yahut ölmüş kalpler; ne pişman olurlar ne de tevbeye sarılırlar.
Meseleyi bir başka açıdan ele alacak olursak, insanın bir kendine özel, bir de dışarıdaki insanlara bakan hayatı vardır.
İnsan, kendi kendine işleyip Allah ile arasında bir sır olarak kalan birtakım hata ve günahlara sahiptir. Kendisi fâş etmedikçe, Allah, kulunun nice sırrının muhafızıdır. Bu mânâda eğer, bir gün Allah kulunun gizli hâllerini ortaya döküvermişse, kulun yaptıklarını bir kere daha gözden geçirmesi gerekir. Ya suçları, bardağı taşıracak kadar çoğalmıştır ya da Allah, kulunun artık bu hataları işlemesini istememektedir. Her hâlükârda gidişâtını gözden geçirmeli, pişmanlıkla tevbeye sarılmalı ve hayatına yeni bir sayfa açmalıdır.
Bu özel alanda yapmış olduğu ve sadece Allâh’ın bildiği günahlar, âhirette de Allâh’ın rahmet, lütuf ve affına tâbîdir. Dilediği kulunun dilediği günahını affedebilir. Ancak gizli işlenip sonra kul tarafından aleniyete dökülen günahlar, artık topluma mâl olmuştur. Böyle günahlar için âhirette “günahın reklamı” ve “yaygınlaştırma vebâli” yüzünden diğer insanlarla da ortak bir hak peydâ olmuş olur.
İnsanın bir de diğer insanlarla münasebetlerinde ve onların hakkına taalluk eden konulardaki hata ve günahları vardır. Bu hata ve günahlarda sadece şahsî gözyaşı ve pişmanlık yetmez, hak sahipleriyle görüşmeli, onların mağduriyetini kısmen veya tamamen halletmeye çalışmalı ve onlarla helâlleşmelidir. Böyle bir helâlleşmenin ardından, bir de tevbe kapısını çalmalıdır.
Rabbimiz, pişman olarak kapısına gelen hiçbir kulunu elbette boş çevirmeyecektir. Ancak hayatını büyük bir gaflet hâlinde hebâ edip, hiçbir hâdiseden ibret almayan, son nefesle karşılaşınca pişman olduğunu söyleyen kişinin îman ve tevbesi geçerli değildir. O an, artık gayb âleminin şehâdet âlemi hâline geldiği; görünmezlerin göründüğü ve îman ile tevbenin artık kabul olmadığı demdir. O âna kadar insanlar, fırsatı ganimet bilmelidir.
İnsan, hayatının tamamını, Allâh’ın huzurunda olduğu şuuruyla yaşamalıdır. Ancak gaflet hâlimiz, kesîf bir bulut gibi, sık sık gözümüzü perdeler. Özellikle gençlik yılları, insanın en çok vakit kaybının olduğu, yol-yordam bilmemek yüzünden birçok günah ve hataların işlendiği zamanlardır. Bu yüzden duyguların galeyana geldiği, nefsin en deli dolu olduğu gençlik vakitlerini, Allâh’a kulluk ve itaatle geçirmenin mükâfatına paha biçilemez.
Müslüman, kendisine bahşedilen hayatı büyük bir titizlik ve dikkat içinde yaşayan insandır. Çünkü gittiğinde geri gelmeyen en büyük sermaye, zamandır. Hayat nimeti, hepimize bir kereye mahsus verilmiş ve bir daha geri dönüp yeniden yaşama fırsatımız olmayan, daimî akan bir nehir gibidir. Ânı değerlendiren, geriye dönüp baktığında lütuflara kavuştuğunu görür. “Bir ân nedir ki?!” deyip önemsemeyen, aslında koskoca bir hayatı kaybettiğini er veya geç anlar. Mühim olan, iş işten geçtikten sonra pişmanlık duymamaktır.
Kaç yaşında olursak olalım, geriye dönüp baktığımızda bizi Rabbimizin huzurunda mahcup etmeyecek, hattâ yüzümüzü ak edecek ameller biriktirebilmişsek ne büyük bir bahtiyarlığa ermişiz demektir.
Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye çerçevesinde bir hayat, her gün sayısı artan güzel dostlar, devamlı yenilerini eklediğimiz sadaka-i câriyeler… âhirete yanımızda götüreceğimiz en güzel yükümüzdür.
Sevdikçe muhabbetimiz artar, infak ettikçe malımız-mülkümüz… Sevdikçe sevilir, verdikçe mutlu eder ve mutlu oluruz.
Kalbimize en ağır yük, din kardeşlerimize duyduğumuz kibir, gurur, nefret ve öfkedir.
Su akar, geride kumu kalır. Hayat akar ve biter, geride elimizde o hayatın içinde yaptığımız iyi veya kötü şeyler kalır. Asıl maharet, arkada güzel şeyleri daha fazla bırakabilmektir. Bu da samimiyet, hüsn-i niyet ve bitmek bilmeyen bir gayretle mümkündür.
Rabbimiz, bizim niyet ve gayretlerimizi, rızasıyla buluştursun. Bizi dünya ve âhiretin güzelliklerine mazhar eylesin. Âmin.
YORUMLAR