GAZAB-I İLÂHÎ ve KURTULUŞ REÇETESİ

Bir kul için, Hakk’a vâsıl olmaktan daha büyük bir izzet ve Hak’tan uzak düşmekten daha büyük bir zillet olamaz. Hak Teâlâ’nın indinde değer kazananlar, îman nîmetini gönüllerine rûhâniyet, aşk ve vecd ile nakşettiklerinden dolayı izzet kazanmışlardır. O’nun muhabbetinden bir nebze dahî nasip alamamış bahtsız gönüller ise, -Allah muhâfaza buyursun- adım adım İblis’in izini takip ettiklerinden dolayı zelil olmuşlardır.

Nitekim tarihin silinmez sayfaları, Allâh’ın hidâyet çağrısına uymayan, Hak dîne ihânet ederek dîni tahrife yeltenen ve kendi hissiyâtına göre Allâh’ın âyetlerini yorumlayanların fecî âkıbetlerini bildiren manzaralarla doludur. Bu manzaralardan bir tanesi de Enes bin Mâlik t’ın bizlere naklettiği şu hâdisedir:

“(Neccâroğulları’ndan) hristiyan bir adam vardı. Sonra müslüman oldu, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okudu (ezberledi). Peygamber r Efendimiz’e bir müddet vahiy kâtipliği dahî yaptı. Fakat bu bahtsız adam, daha sonra hristiyanlığa geri döndü. Bu mürted, yani dinden dönen kişi:

“−Muhammed bir şey bilmez, yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir.” diye yalanlar uydurarak büyük bir ihânette bulundu.

Bunun üzerine Allah Teâlâ (dînine ve peygamberine yapmış olduğu ihânet ve edepsizlikten dolayı) onu helâk etti. Hristiyanlar cenazeyi defnettiler. Fakat sabah olunca yerin (toprağın) onu dı­şarı attığını gördüler. (Bunun üzerine hemen müslümanlar aleyhine):

“−Bu, Muhammed ve ashâbının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soyup onu meydana attılar.” diye iftirada bulundular.

Daha sonra o kimse için biraz daha derin bir çukur kazıp cesedini içine bıraktılar. Fakat sabah olunca yer onu yine dışına attı. Hıristiyanlar da daha evvel söylediklerini yine tekrarlayarak bu sefer daha büyük bir çukur kazdılar ve güçleri yettiği kadar da derinleştirdiler. Fakat sabah olunca, yerin, onu yine yüz üstü dışarı at­mış olduğunu gördüler. Bunun üzerine anladılar ki, bu, insanlar tarafından yapılan bir iş değildir. Sonra onu açığa terk edip gittiler. (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Münâfıkîn, 14)

Bu hâdise ile ilgili olarak Ahmed bin Hanbel şu ilâveyi zikretmektedir:

(Enes bin Mâlik rivâyetine devamla der ki:)

Adam öldüğünde Rasûlullah r:

“−Yer, onu kabûl etmez!” buyurdu.

Üvey babam Ebû Talha, adamın öldüğü yere gitti. Onun ortalığa atılmış olduğunu gördü. Çevresindekilere:

“−Bu adamın durumu nedir?” diye sorunca onlar:

“−Kendisini defâlarca gömdük, ancak yer onu dışarı fırlattı, kabul etmedi.” dediler. (Ahmed, III, 120)

İşte, İslâm nîmetinin kıymetini bilmeyip Hak dîne ihânet eden ve bununla da kalmayarak dîni tahrife kalkışan bir bedbahtın kıyâmete kadar dillerde dolaşacak hazin âkıbetinin ibret dolu hikâyesi…

Nitekim din ve ahlâk istikâmetinden çıkarak azgınlaşan insan ve kavimlere tatbik olunan cezâlar, hep bu hâdisede olduğu gibi ilâhî intikam tecellîleriyle doludur.

Hakk’ı inkâr eden Nemrut, Firavun ve onların izini takip edenler, bu dünyadan insanlık haysiyet ve şerefine vedâ edip, yapmış oldukları zulümlere bürünerek, bütün mel’anetleri ve rezâletleriyle göçüp gitmişlerdir.

Onlar için semâlar ağlamamış, gönüller bir nebze olsun sızlamamış ve gözlerden onlar için bir damla yaş dahî akmamıştır. Bilâkis, üzerlerine çöken karanlıklar, mâtemler ve bıraktıkları “âh”lar ile yıkılıp gitmişlerdir.

O necâsetlerin yeryüzünden temizlenmesi nîmeti, arkalarında bıraktıkları mazlumlar için tatlı bir bayram sabahı saâdeti olmuştur.

Cenâb-ı Hak; insanoğlunun insanlık haysiyet ve şerefi içinde yaşamasının reçetesini, göndermiş olduğu peygamberler ve kitaplarla kullarına bildirmiştir. Bu mânâda en nasipli ümmet de, ümmet-i Muhammed’dir. Nitekim bizlere, âlemlere rahmet menbaı olan Hazret-i Peygamber r ve O’nun mübârek kalbinden ihsan buyrulan Kur’ân-ı Kerîm ikrâm edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, insanı doğruya, güzel ahlâka, kulluk idrâkine, ebedî saâdete davet eden öğütler, emirler ve nehiyler mecmuasıdır.

Yine o, kanayan ruhlara şifâ, yorgun gönüllere safâ bahşeden ilâhî bir hikmet menbaı ve derin bir tefekkür ufkudur. Yerin göğün lisânıdır. Ruhlara bereket ve rûhâniyet hazinesidir.

Tarih şahittir ki, fertler, âileler ve milletler ilâhî emanet olan Kur’ân-ı Kerîm’e olan ihtiramları nisbetinde âbâd olmuşlardır. Bundan dolayı Kur’ân’dan uzak bir hayat, mutlak bir ebediyet intiharıdır. Yine Kur’ân’a karşı gösterilen ihmalden daha ziyade insanın mânevî hayatını karartan bir hata yoktur. Nitekim Kur’ân nûrundan uzak yaşayanlar, hayatın zulmet yolcularıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, شَعَاۤئِرُ اللّٰهِ  şeâirullah’tandır. Kur’ân’a gösterilen hürmet ve tâzim, aynı zamanda kulun Allâh’a olan takvâsının bir göstergesidir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“Kim Allâh’ın şeârine (şiarlarına, işâret ve alâmetlerine) tâzim ederse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

Bu sebeple Kur’ân, Rabbini tanıyan ve O’na muhabbetle yönelen her gönülde, engin bir muhabbet mevzuudur.

Gönül insanı için Kur’ân-ı Kerîm, tefekkür dünyasının derinliklerine açılan ihtişamlı bir kapıdır. Bu sebeple Hak dostları da Kur’ân’ın her kelimesinden, hattâ her harfinden değişik sır tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Onlar, bütün ilimler ve te’lif etmiş oldukları eserlerin, Kur’ân nûrundan bir tecellî olduğunu ifade etmişlerdir.

Rabbimiz, onu mü’minler için “şifa ve rahmet” olarak indirmiştir. Zira âyette:

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (el-İsrâ, 82) buyrulmaktadır.

Böyle azametli bir kitâbı, gücümüz yettiğince mânâlarına nüfûz edecek şekilde öğrenip öğretmek, hem yaratılışımızın ve hem de îmânımızın bir îcâbıdır. Bundan dolayı onu okurken, âyetler üzerinde derin derin tefekkür etmeli ve gönüllerimize Kur’ânî hakîkatlerden hikmetler devşirmeliyiz. Zira Kur’ân, bugün kendisine âşinâ sîmâlar ve kalpler aramaktadır.

Bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz r bizleri şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Öyle bir zaman gelecek ki okumaya meraklı kurrâ çoğalacak; fakîhler (yani takvâ sahipleri) ise azalacak ve bu sûretle ilim çekilip alınacak. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki, insanların okudukları boğazlarından aşağı geçmeyecek.” (Hâkim, Müstedrek, V, 504)

Maalesef Kur’ân’ın fazîlet ve rûhâniyetine en fazla muhtaç olduğumuz günümüzde, bazı kişiler, abdestsiz olarak Kur’ân okuma ve okutma husûsunda fetvâ vermeye kalkışmaktadırlar. Lâkin dört hak mezhep de, Mushaf’a abdestsiz el sürmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.[1] Bu hakîkat 1400 küsur seneden beri fukahânın tatbik edegeldiği “icmâ”dır.[2]

Tirmizî’nin bu konuda hasen olarak rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir:

“Ne hayızlı kadın, ne de cünüplü kimse, Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmizî, Tahâret, 98/131)

Yine bu mevzû ile alâkalı birkaç hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:

“Kur’ân’a temiz olan dışında hiçbir kimse dokunmasın.” (Hâkim, I, 553/1447)

“Kur’ân’a, ancak temiz olan dokunsun.” (Muvatta, Kur’ân, 1)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun, size öyle bir Kitap indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (el-Enbiyâ, 10)

Yâ Rabbi! Gönüllerimizi Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile ihyâ eyle. Bizlere Kur’ân’ı tâzîm ile kıraat etmeyi, mûcibince amel ederek onun sonsuz tefekkür iklîminden nasip alabilmeyi lutf u kereminle ihsan buyur.

Âmîn…

 

 

[1] el-Mevsûatü’l-Fıkhıyye, XVIII, 322.

[2] Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenlerin, şu adrese mürâcaat etmelerini istirhâm ederiz:

http://www.sebnemdergisi.com/Dergi.php?Islem=Makale&No=d053s031m1

(Ayrıca Bkz: Şebnem Dergisi, Sayı: 53, Sayfa: 31)

 

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle