“Gassal”, Arapça bir kelime… Çokça yıkayan, iyi temizleyen mânâsına mübalağalı ism-i faildir. Türkçemize, “ölü yıkayan” kimseleri anlatmak mânâsıyla yerleşmiş.
Aynı kelime tasavvufî bir terim olarak ise, “Mürid, mürşidin elinde, gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır.” şeklinde tekrarlanagelmiştir. Bu ifadeyle mürşid, mânen terbiye ve olgunlaşmak için kendisine müracaat etmiş bulunan müridin, nefs pisliklerini yıkayıp temizlediği için, “gassal” adıyla anılmıştır.
Bu röportajımızda sizi değişik bir misafirle tanıştırmak istiyorum. Bu tanışacağımız kişi, belki de içimizden birini, dünyada son defa yıkayıp giydirecek ve Rabbimizin huzuruna hazırlayacak…
Her gün soğuk bedenlere ılık su döken, beyazlara sarıp ihlâsla uğurlamayı kendine mânevî bir vazîfe telâkkî eden Sevim Hanım’la, biraz da ötelere doğru hasbihâl edelim…
Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Sevim Albayrak, 40 yaşındayım. Evli ve iki çocuk annesiyim.
Kaç yıldır gassallık yapıyorsunuz?
Daha önce 11 ay Karacaahmet’te çalıştım. Sonra Yakacık’a verdiler, orada devam ettim. Şimdi ise, bir müddetliğine ayrıldım. Ama ilk defa, 18 yaşımdayken Beykoz Paşabahçe’de bir cenâze yıkayarak başladım bu mesleğe…
Niçin bu mesleği tercih ettiniz? İhtiyaç olduğu için mi, yoksa bir merak sâikiyle mi başladınız?
Bu mesleğe ihtiyaç olduğu için başlamadım. Çok cesaretliyimdir. Önceden Kur’ân Kursu hocalığı yaptım. Talebeyken bir hocamız:
“–Öğrenin, bir gün lâzım olur. Üzerinize farz olur demişti. O zamandan beri içimde bu işi yapma isteği vardı.
Biz talebeyken de hocalarımız öğrenmek isteyenleri gasılhâneye götürürlerdi. Ama ben, şahsen hiç cesaret edemedim.
Bir insan, bence hiç ölüden korkmasın, diriden korsun. Meselâ ölüyü hızlıca çevirseniz -ki yapılmaması gereken bir şeydir- ölü, size cevap veremez, kızamaz. Ama bir diriye, yanlışlıkla da olsa çarpsanız; döner, size kızar ve belki de tokat atar. İnsana ölüden zarar gelmez, kısaca ne gelirse diriden gelir.
Bu işe ilk başladığınız da neler hissettiniz?
İlk yıkadığım yaşlı bir teyzeydi. Açıkçası hiçbir şey hissetmedim. Korkmadım. Yanımda ablam da vardı. Kendisi de 20 yıldır gassallık yapar. Allah, benim bu işi yapmam için ayrı bir cesaret veriyor galiba…
Gassalın ne gibi vasıfları olmalıdır?
Bir gassalın öncelikle “bilinçli olması” gerekli… “Bilinç”ten kastım da, yeteri kadar dînî bilgisi olması... Çünkü oraya her türlü insan geliyor ve her türlü soruyu soruyor. Özellikle dinle alâkalı… Bence o ân, onlara cevap verebilmek için mutlaka dînî bir altyapının olması gerekiyor. Hatta bazıları, yakınlarının cenâzesi yıkanırken bile gelip:
“–Kızım, yapacak başka bir iş bulamadın mı da, bu işi yapıyorsun?” diyor.
Mesela böyle diyenlere ne cevap veriyorsunuz?
“Ben bu işi severek yapıyorum.” diyorum. Gerçekten ben bu işi seviyorum. Neyini seviyorum, biliyor musun? Cenâzeyi yıkadıktan sonra yakınlarının bana sarılıp duâ etmelerini seviyorum. İnsanların en âciz zamanlarında duâ almak çok önemli!.. Biz de o duâyı alınca, kuş gibi hafifliyoruz. Bence gassallık çok önemli bir meslek!.. Çünkü o cenâze, senin yıkadığın temizlikle ve senin verdiğin abdestle Mevlâ’nın huzuruna çıkacak. Hatta cenâze sahiplerine de hep tavsiye ederim: “Cenazeniz yıkandıktan sonra hiç kimse bakmasın!” Yani bakışla bile kirletmemek lâzım cenazeyi diye düşünürüm. Yıkarken de:
“–Gufrâneke ya Rahman!..” diyerek yıkarım!
Gasılhâne, banyo hükmündedir. Orada bir şey okunmaz. Bazıları gelip yanında Kur’ân okumak istiyorlar. Onlara da îzâh ediyoruz.
Cenâze nasıl yıkanır?
Öncelikle belirtelim ki, cenâzeyi yıkamak «farz-ı kifâye»dir. Yani Müslümanlar üzerine toplu bir borçtur. İçlerinden birisi bu farzı yerine getirirse diğerlerinin üzerinden düşer. Ama kimse bir müslüman cenâzesini yıkayıp kefenlemezse, o bölgedeki bütün müslümanlar bundan sorumlu olurlar.
Bir cenâzeye, normali, dokuz metre kefen gider. Yıkanmasına gelince; ağza ve burna su vermeden namaz abdesti gibi abdest aldırırız. Sonra normal yıkamaya geçeriz: Başını yıkarız, ardından her tarafını üç defa yıkarız.
Diriyi yıkamakla ölüyü yıkamak arasında ne fark vardır?
Fark, kıyafetlerini çıkarmaktan başlar. Diriyi soymak kolaydır; kolunu kaldırır, hareket ettirir, size yardımcı olur, bu da sizi yormaz. Ama ölü farklıdır. Öncelikle konuşmaz; soğuk ve katı bir bedene sahiptir. Ancak her cenâze bir olmaz. Her biri birbirinden farklı… Çok güzel olanlar da var, çok farklı olanlar da...
Güzel olan nasıldır, farklı olan nasıl?
Ben, kişilik olarak ölüyü fark ederim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Güzel cenâze, her hâliyle farklıdır. Diri gibidir. Kokusu, rengi, sana olan tesiri bile farklıdır. Sıcak olur, hemen soğumaz. Bazen öyle güzel insan geliyor ki, “Acaba ölmedi mi?” diye düşünüyorum. Bir gün bir teyze getirdiler. Vefât edeli bir gün olmuş, ama vücudu sıcacık, rengi hiç bozulmamış. Yakınları bile tereddüt ettiler. Doktor getirttik, kontrol ettirmek için… Ancak “Ölmüştür” diye rapor verince yıkadık, ama yine de soğumadı, âdeta diri gibi gitti.
Bazı cenâzeler vardır, kendisi zayıftır. Ama taş gibi ağırdır, zor çevrilir. Bazıları da şişman olur, fakat hafiftir. Kendiliğinden çevriliverir sanki... Âdeta yıkarken size yardım ediyor gibidir. Böyle cenâzeleri yıkadıkça yıkayasınız gelir. Huzuru, size de yansır; abdesti huzurlu olur.
Ama yine de cenâzesine bakarak bir insan hakkında hüküm vermek çok zor!.. Yoksa onu yargılamış olursunuz. Müslüman olarak bize düşen, hüsn-i zan sahibi olmak… Onların hayatlarını, kalbî durumlarını, âhiretteki yerlerini bilmemiz mümkün değil. Çok bozuk bir hayat yaşayıp da, bir vesîleyle Allah’ın afvına mazhar olacak kimseler olabilir. Bunu biz bilemeyiz, bizim söylediklerimiz zâhirine, yani dış görünüşüne bakarak… Haddimizi aşmaktan Allah’a sığınırız. Bizim hissettiklerimiz uç noktalardır. Yani en iyiyi ve en kötüyü belki hissederiz, yine de Allah bilir.
Ölüyü, diriyi yıkar gibi muâmele etmek lâzımmış. Öyle mi?
Tabiî öyle gerekir. Aslında biz, diriden daha da fazla ehemmiyet gösteriyoruz. Çünkü ölü, hâl lisânıyla:
“–Ben Azrail’in elinden çıktım, beni daha fazla incitmeyin!..” diye seslenirmiş. Ölünün her tarafı acırmış. Bunları bildiğimiz için daha da dikkat ediyoruz.
Tesettüre dikkat ediliyor mu, gasılhânelerde?
Tabiî dikkat ediyoruz; göğüsle diz kapağı arasında örtü olur. Avret mahalli hiç açılmaz. Hatta cenâze sahiplerine de pek bakmamalarını tavsiye ederiz. Biz, işimiz olduğu için bazen mecbur kalırız; doktor gibi yani... Zaten açık yıkayamayız, mekruhtur. Çıplak elle yıkayamayız, mekruhtur.
Bir cenâzeyi ne kadar zamanda yıkarsınız?
Benim elim, artık çok yatkın olduğu için 20 dakikada yıkarım.
Gelelim, sizce diğerlerinden farklı olan cenâzelere… Onlar nasıldır?
Anlatmak ne kadar doğru olur bilemiyorum. Bir keresinde anneanne, kızı ve torunu geldi. Hatta cenâzeyi getirenler:
“–Dikkat edin, korkabilirsiniz!..” diye uyardılar beni.
Ama ben:
“–Herkesin ne olduğunu Allah bilir, zâhire takılmamak gerekir!” dedim ve yıkamaya girdim. Ama manzara gerçekten ibretlikti. Ölümü anlatan hadîs-i şeriflerde târif edilenlerin bir kısmı vardı karşımda… Hangisi anne, hangisi kız, hangisi torun seçilmiyordu. Sanki bir şeylerden kormuşlar da, o ifâde gözlerinde kalmış gibi gözler dışarıya fırlamış. Bir gece önce ölmüşler, ama sanki haftalarca dışarıdaymış gibi vücutları morarmış. Tabiî, tekrar söylüyorum; biz kimin ne olduğunu bilemeyiz. Yanlış da düşünüyor olabilirim.
Ojeli cenâzelerin ojelerini çıkarır mısınız?
Elbette… Ben onun mesuliyetini alamam. Aseton varsa, getirmişlerse çıkarırım. Bazıları uğraşmaz. “Öyle yaşamış, öyle gitsin!..” der, ama olmaz, ben çıkarırım. Aslında müdürlerimize söyleyip bir aseton bulundursak iyi olur. Çünkü o şekilde cenâze çok geliyor. Bazıları da çıkarmamızı istemez, o zaman çıkarmayız. Hatta birisi:
“–Çıkarmayın. Anneme moral olsun diye ben sürdüm!..” demişti. “Ölüme gittiğini hissetmesin, diye yaptık!”
Ne kadar yanlış!.. Halbuki o şahıs, o iklime girmiştir artık… Onu duâlarla, tekbirlerle, telkinlerle uğurlamalıyız. Nereye gideceğinin farkına varsın ki, o son ânını iyi değerlendirsin. Ben o tür kimselere:
“–Ölüm bir bitiş değil, başlangıçtır!..” diyorum.
Korkulacak bir şey değil yani… Hatta cenâzelerinin başında ağlayıp feryad edenlere diyorum ki:
“–Anneniz, ölmüş, yok olmuş gibi düşünmeyin!.. Farz edin ki, gurbete yolluyoruz. O gurbete gidecek ve biz, bir gün ona kavuşacağız.”
Sizi çok etkileyen bir ölüm hadisesiyle karşılaştınız mı?
Annemin ölümü beni etkiledi. Annem vefat edince, hiç ağlayamadım. Herkes çok tuhaf karşıladı. Onlara dedim ki:
“–Annemin cenâzesi, ağlanacak cenaze değil ki!..”
Çünkü annem vefat etmeden kısa bir müddet önce bir rüya görmüştüm. İnsan kendine yormuyor gerçekten ölümü… Rüyamda ölen annemdi, ama başkasının ölümüdür diye düşündüm. Halbuki gördüğüm bazı rüyalar, olduğu gibi aynısıyla çıkar. Rüyamda:
“–Annen öldü.” diyorlar.
Son anlarını görüyorum annemin, ona yardım ediyorum. Ölünce başımı kaldırıyorum. Tabutlar gidiyor, en öndeki annem… Ardı sıra bir sürü sanduka gidiyor. Diyorum ki:
“–Tamam, annem vefat etti, peki ama şu arkasından giden sandukalar ne?”
Bir ses duyuyorum:
“–İstanbul’da iyi bir insan vefat edince, civardaki bütün evliyâ ve iyi insanların sandukaları ardı sıra gider!..”
Bu rüyayı hiç unutamıyorum. Çok şanslıyım, iyi bir annem vardı. Çok ihlâslıydı. Bize hep iyi ve doğruları öğretti. Keşke biz de onun gibi bir anne olabilsek..
Bozulan veya parçalanan cenâzeler yıkanır mı?
Evet. Bazen trafik kazası geçiren dağılmış cenâzeler gelir. Onları da yıkarız, bir poşet geçirip sonra kefenleriz ki, gömenlerin üzerine kan akmasın diye… Bazen kurtlanan cenâzeler olur.
Niçin kurtlanır cenâze?
Çok bekletildiği için… İnsan vücudu hiçbir şeye benzemez. Azıcık beklese bozulur, kurtlanır. Onun için cenâzeye eziyet etmemeli, bir an önce onu toprağına kavuşturmalıdır. Çünkü üç-beş saat sonra kokusu bile değişir. Öyle ki, sahipleri dahî cenâzeye yaklaşamazlar. Ama garip olan bir şey de var; inançlı insanlar, ne kadar yatalak yatarsa yatsın kesinlikle çürümüyor. Yıllarca yatalak olarak ömür geçirmiş Sultantepe’de oturan bir Nebiye hanım vardı. Onun cenazesi de beni çok etkiledi. Yıllarca yatalak olduğu hâlde bedeninde en küçük bir çürüme veya morarma bile yoktu. Bazıları üç gün yoğun bakımda kalıyor, ama çürümeye başlıyor. Burada inancın, insanın bedenine bile tesirinin ne kadar büyük olduğunu görüyoruz.
Bazıları da:
“–Annem bir yıldır yıkanmadı, güzel yıkayın!..” diyor.
Ne garip, yatalak diye yıkamıyorlar. Halbuki cenâze yıkamak, kiri çıkarmak değildir. Guslünü aldırmak, abdest aldırmaktır. Abdest almak için de yıkanırız, ama bundaki asıl maksadımız kirleri çıkarmak değildir. Bu tür cenâzeler, genelde bakımevlerinden gelir, nasıl bakımeviyse… Bazı bakımevlerinden gelen yatalak hastalar, öyle değil!.. Çok iyi, temiz… Demek ki, vicdana kalmış. Eskiden çok karşılaşırdık, ama şimdi çok nâdir… Belediyelerimiz çok iyi ilgileniyorlar, tabiî teftişlerin faydası da olabilir.
Cenâze sahipleri ile nasıl diyaloglarınız oluyor?
Orada bazen âileler kavga ediyor, bazen onlara nasihat ediyoruz. Çok memnun kalıyorlar. Ama birisi ölmeden kıymetini bilmiyoruz. Annemizin, kızımızın, kayınvâlidemizin; yani hiç kimsenin kıymetini bilmiyoruz. Ölünce birden kıymetleniyor. Allah, insanımızın dünyadayken kıymetini bilmeyi nasip etsin.
Cenâze sahipleri cenâze yıkanırken yanına girmeli midir?
Bence girmelidir. Zaten isteyenleri de alırız. Hatta süngeri köpükler, ellerine veririm. Biraz yıkamalarına izin veririm. Böyle olunca daha huzurlu oluyorlar, annelerine son vazîfelerini yapmış olmanın mutluluğunu yaşıyorlar.
Genç kız veya bebek cenâzeleri gelince üzülüyor musunuz?
Üzülüyoruz. “Beklenen cenâze”, insanı üzmez; hastadır, yaşlıdır. Ama beklenmeyen ânî ölüm, bir genç kız veya yaşıtım gelince üzülüyorum. O anda kendi çocuklarım, gözümün önüne geliyor. Bu taşta yatan ben olsaydım, şimdi bu ağlayanlar gibi benim çocuklarım da üzülecekti diye düşünüyorum. Ama bu benim görevim olduğu için bu tesir fazla uzun sürmüyor. Ben, onu orada bırakmayı öğrendim.Yoksa her gelenle ağlasam bu işi yapamazdım zaten..
Bu işi herkes yapabilir mi?
Elbette yapar. Cesâreti olan herkes yapar, ama bilinçli yapan maalesef çok azdır. Ben bu işi yapıyorsam, bundan hesaba çekileceğim.O yüzden işimi Rabbimin razı olacağı şekilde yapmalıyım diye düşünüyorum…
İşinizle alay eden oluyor mu?
Alaydan öte, garip şeyler söylüyorlar. Birisi:
“–Kocan, senin yaptığın yemeği yiyor mu?” dedi.
Çok gülmüştüm.
“–Yaptığın işten tiksinmiyor musun?” diyorlar.
Halbuki o ölen, dün diriydi. Bugünkü ölü, dün sarılıp öptüğün insan… Canım, ciğerim dediğin insandan, bir günde nasıl tiksinirsin?! Bir taraftan ağlarlarken, bir an evvel gitsin gözüyle bakanlar var. Ölünce onu bitiriyor, hayatından siliyor.
“–Aman bakmayayım, korkarım. Çocuğum bakmasın, korkar!..” diyorlar.
Daha dün sevdiğin insandan, bir anda nasıl sıyrılıp korkarsın? Ancak çok yaralı olur, görmemesi daha uygundur o ayrı mesele... Ama normalse bir bakıp tefekkür etmeli, bence…
Halbuki aynı yolculuğa biz de çıkacağız, her ân hazır olmak lâzım… Her saniye başımıza ne gelecek bilemiyoruz? Ben sizinle konuşuyorum, ama belki de evime ulaşamayacağım.
Kendi cenâzenizin de yıkanacağını düşünüyor musunuz?
Evet düşünüyorum. Zaten insanın sık sık «tefekkür-i mevt» yapması lâzım, yani kendi ölümümüzü düşünmeliyiz. Yıkanacağını, kabre gireceğini, Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vereceğini düşünmek lâzım... Yoksa dünya hayatının oyunu içinde kaybolur gideriz.
Sahipsiz cenâzeler geliyor mu?
Gelmez mi, çok geliyor. Yıkıyoruz, oradaki görevliler alıp götürüyorlar. Mesela bir cenâze geldi, sahipsiz diye… Meğer dokuz çocuğu varmış, bakımevine bırakmışlar. Sonra geldiler, orada kavgaya başladılar:
“–Sen baktın, ben bakmadım diye…”
Ben hep şunu söylüyorum:
“–Annelerimiz, babalarımız hata yapabilir. Biz onları yargılayamayız. Ne kadar kötü huyları olursa olsun, onları Allah, bize anne-baba diye takdir etmiş. Bir anne-babaya bakmak, onların duâsını almak en büyük mükâfattır.”
Bir seminerde dinledim, çok etkilendim. Çocuk akşama kadar babasını özlermiş, babam gelse de onunla bir hasret gidersem diye düşünürmüş. Sonra baba işten yorgun gelir, çocuk, babanın gözünün içine bakarmış onu fark etmesi için… Baba, yemeğine yer yatar çocuğuyla hiç ilgilenmezmiş. Yıllar sonra baba yaşlanmış, emekli olmuş, köşesine çekilmiş. Evde akşama kadar evlâdının yolunu gözlermiş. Akşam olsa da, oğlum gelse, çok özledim bir hasret gidersem diye hayal kurarmış. Ama bu defa da oğlunun vakti yokmuş. Nihayet baba vefat edip gidince, o babanın cenâzesine oğlu bir yabancı gibi gelmiş ve gitmiş.
Evlerinde bulunan yaşlıyı kimse fazlalık görmesin, onlara harcadıkları bez parasına acımasınlar, mükâfatını düşünsünler.
Allâh’a şöyle duâ etmiştim:
“Allâh’ım, anneme «Üf» diyeceksem, bana bakmayı nasip etme!..” diye… Elhamdülillâh, Allah anneme bakmayı da nasip etti, bakarken de hiç «üf» bile dememeyi…
Gasılhâneye gelmeden, musalla taşına yatmadan evvel, dirilere ne tavsiye edersiniz?
İnsan olarak, zaman zaman ölümü unutabiliyoruz. Ölümü unutunca da kötülük yapmaya başlıyoruz. Bu yüzden sık sık ölümü hatırlamamız gerekiyor. Kırdığımız, münakaşa ettiğimiz kimsenin her an ölebileceğini unutmamamız gerekiyor. Ben, münakaşa ortamı olunca oradan hemen uzaklaşırım. Çünkü istemeden karşımdaki kimsenin kalbini kırabilirim. Sonra pişman olmamak için hemen uzaklaşırım.
Çünkü cenâze yıkanırken hep görürüm, insanlar, “Keşke yapmasaydım, keşke söylemeseydim!..” diye pişman oluyorlar. Mesela annesine bakıyor, bakıyor, öbür kardeşi almayınca bakımevine veriyor. Annesi beş gün sonra orada vefat ediyor.
“–Keşke vermeseydim, son ânında yanında olsaydım, huzurla ölseydi.” diye üzülüp ağlayanlara rastladım.
“Keşke”leri yaşamamak için, herkese sabır tavsiye ediyorum. Ölüm ânıyla karşılaşan insanların kendilerini salıvermemesini, ölümün bir hakikat olduğunu, her birimizin başına geleceğini unutmamasını istiyorum.
Nasıl uğurlanmak istersek, öyle uğurlayalım sevdiklerimizi... Ağlamanın, sızlamanın bir faydası yok!.. Ona duâ etmenin faydası var. Bol bol okumayı, duâyı tavsiye ediyorum. Çocuklarımıza, ölümü, anlayacakları şekilde anlatmamız lâzım. Çünkü ölüm, bir bitiş değildir.Gurbetten asıl vatanımıza geçiştir.
Çok teşekkür ederiz, sizi yorduk. İşiniz bence çok önemli bir iş!.. İnşallâh hep sizin gibi bilinçli insanların elinde son yolculuğumuza çıkarız.
Ben de teşekkür ederim, böyle bir fırsat verdiğiniz için… Allah güzel yaşamayı, güzel ölmeyi ve huzuruna tertemiz çıkmayı hepimize nasip etsin.
YORUMLAR