Garip Hasan

Cezmi Efendi, İstanbul’un zengin semtlerinden birinde oturan, hatırı sayılır bir halı tüccarıydı. Kısa boylu, bir hayli göbekli, hafif sakallı bir adamdı. İri gözleri, tombul bir yüzü vardı. Çevresine devamlı gülümser, insanları sevdiğini ifade eder, onların da kendisini sevdiğini sanırdı.

Yaşı altmışa merdiven dayamıştı. Son zamanlarda ticareti oğullarına bırakmış, köşesine çekilip kendisini ibâdete vermişti. Beş vakit namazını evine uzakça olan mahalle camisinde kılıyordu. Haftada bir evine gelen, mahalleden birkaç kişiyle sohbet edip onlara kitap okuyarak ya da ilmihâl bilgileri anlatarak vaktini değerlendiriyordu.

Dışarıdan bakıldığında ideal bir ihtiyarlık hayatı gibi görünen bu gidişât, bir süre sonra rengini değiştirmeye başladı. İhtiyar adamın gönlünde fırtınalar kopuyordu. Sanki rûhu bedeninden çıkmış da onun ne yapıp ettiğini dışarıdan seyrediyordu. Kafasının bir yanı yaptığı her şeyin nedenini, niçinini sorguluyordu hep. Bu çalkantılı rûh hâli zamanla bütün hayatını etkilemeye başladı. Açık açık insanlardaki eksikleri araştırıyor ve her fırsatta kendisinin üstünlüklerini (!) görüyordu.

Bu buhranlı günlerinde, Cezmi Efendi, hayattayken bir türlü fırsat bulup da hacca götüremediği hanımının yerine, hacca gitmeye karar verdi. Belki bu sıkıntılı hâlden de kurtulurum, diye düşünüyordu.

* * *

Gerekli bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. 

Önceden bir kaç kere gitmişti hacca... Kendisine yalvardığı hâlde, imkânı da varken hanımını hiç götürmemişti. Yıllarca “ha bu sene, ha öbür sene…” diye atlattığı hayat arkadaşına yaptığı vefâsızlık vicdanını sızlatıyordu. 

İçindeki bu duygu anaforundan kurtulmak için kendisini zikirlere, salavâtlara verdi. Şimdiden başlayıp o mukaddes topraklardan dönünceye kadar, bir dakika bile kaybetmeden ibadet ve tâatla uğraşmalıydı.

Kendi kendine böyle bir çok karar almasına rağmen, uçağa biner binmez uyuyakaldı. Uçak, Cidde havaalanına inerken, hostesin kemerini bağlaması için uyarmasıyla uyanabildi ancak. Gözlerini ovuşturdu. Derin bir iç çekip, yüksek sesle salavât getirirken kemerini bağladı. Etrafına, uyuduğunu gören kimse var mı diye şöyle bir göz attı. Kimse ilgilenmiyordu onunla. İçi rahatladı…

* * *

Mekke’deki oteline yerleşeli bir hafta olmuştu. Mina’ya giden işlek bir caddenin kenarındaki orta halli bir mahalledeydi otel. Harem-i Şerif’e de bir hayli uzaktı. Zengin müşterilerine iyi hizmet etmeye çalışan hac şirketi, Pakistanlı şoförlerin kullandığı iki minibüs kiralamıştı. Bu servisler her vakit Kâbe’ye götürüp getiriyorlardı hacıları. 

Ne yazık ki Türkiye’deyken yirmi dört saatini Kâbe’nin karşısında geçirmeyi planlayan Cezmi Efendi’ye bir hâller olmuştu. Kendisini ya yatağına uzanmış; “Bir ân önce şu haccı yapıp da gitsek.” diye düşünürken, ya da caddelerde alışveriş için gezerken buluyordu. Arada sırada da hotelin yakınındaki küçük mescide uğruyordu. Bir ara mescidin müezzininin Türk olduğunu öğrendi, hacı arkadaşlarından. Kıyâfeti ve tipiyle Araplardan hiç farkı olmayan bu adam, tavır ve hareketleriyle çok ilginçti doğrusu. Camiye girdiği zaman hiç etrafına bakmadan gidip yerine oturur, vakti girince güzel sesiyle ezan okurdu. Namaz bittikten sonra da yine hiç etrafına bakmadan kapıya doğru yürür, çıkıp giderdi… Hiç kimse ile oturup konuşmaz, kendi halinde ibâdetini îfâ edip giderdi.

Gün geçtikçe Cezmi Efendi’nin kafası, bu garip müezzine daha fazla takılmaya başladı. Durduk yerde bir hased fırtınası sardı gönlünü. İçinden “Böyle müezzin mi olur? İnsan hiç olmazsa Türk hacılarla biraz ilgilenir…” deyip duruyor, her yaptığı hareketi uzun uzun inceliyordu. Bir yandan da müezzinin dikkatini çekecek şeyler yapıp, onunla konuşmak için fırsat arıyordu. Ne yaptıysa müezzinden beklediği ilgiyi göremedi. Ve bir sabah namazı sonrası sokuldu yanına. Adını, hâlini, hatırını, nereli olduğunu sordu. Adının Hasan olduğunu öğrenince içinden “Garip Hasan” diye geçirdi, alaylı bir şekilde... 

Garip Hasan sorularına kısa cevaplar veriyordu. Konuşmak istemediği her hâlinden belliyken, Cezmi Efendi lafı uzatıyor ve ona çile çektirmekten âdeta zevk alıyordu. 

Daha sonraları, her sabah namazından sonra müezzinin yanına giden Cezmi Efendi, ihtiyacı olsun olmasın pek çok soru soruyor ve Garip Hasan’ı köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Bu esnâda mukaddes topraklarda bulunduğunu da, buralara geliş gayesini de unutmuştu. 

Garip Hasan kendisine sorulan sorulara, bazen kısacık cevaplar veriyor, bazen de “Bilmiyorum” demekle yetiniyordu. Cezmi Efendi ise onun bu ürkekliğini gördükçe daha çok üzerine gidiyor ve “Bilmem de ne demek!. Sen burada bir de cami hizmeti yapıyorsun!.. Niye hacıların sorularına cevap verip onlara yardımcı olmuyorsun!” diyerek üsteliyordu.

* * *

Aradan bir hafta daha geçti. Bir Cuma sabahı Cezmi Efendi içinde yine o murdar duygularla Garip Hasan’a yaklaştı. Daha önceden hazırladığı sorularını sıralayıverecek iken, âniden hepsini unuttu. Boğazında bir şeyler düğümlendi, yutkundu ve bir şey söyleyemedi. Bu hal daha sonraları birkaç kere daha tekrar etti. Nihayet, birgün müezzine yaklaşarak: 

“–Hasan Efendi, buraya Hac için geldim, ama içimde garip bir huzursuzluk var. Ne ibadetten, ne de hayattan zevk alamaz oldum. Gönlümü kapkaranlık bir duman kapladı. Bu dumanda boğulacakmış gibi oluyorum. Tavaf etmeye üşeniyorum. Kâbe’nin karşısında uyuya kalıyorum. Daha da kötüsü buralardan kaçıp gidesim geliyor…” dedi. 

Garip Hasan gülümseyerek dinledi onu. Sonra hep yere bakan gözlerini kaldırıp Cezmi efendinin gözlerine dikti. Çakmak çakmak yanıyordu bu gözler. Bir müddet gülümsemesine devam etti, sonra: 

“–Cevap mı istiyorsun?” dedi. 

Pişmanlık içinde kıvranan Cezmi Efendi, “Evet” demekle yetindi. Garip Hasan:

“–O halde Cuma’dan sonra, bizim eve teşrif ediver. Misafirim olursun.” dedi. 

Cezmi Efendi, mazlum mazlum: 

“–Olur, gelirim!” diyebildi. Bu defâ kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu…

* * *

Garip Hasan ve Cezmi Efendi dışında, beş altı kişi daha vardı odada. İçeriyi bir hayli serinleten klimayı kapatmışlardı. Bütün evde Garip Hasan’nın sesi yankılanıyordu. Garip Hasan konuşuyor diğerleri de hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Ömründe hiç böylesine içten, böylesine saf ağlayan bir topluluk görmemiş olan Cezmi Efendi, ürktü biraz…

Garip Hasan, Cezmi Efendi’ye pek de yabancı gelmeyen şeyler söylüyordu ama o da sanki bunları ilk defa duyuyormuş gibi tesirinde kaldı. Aşktan, hizmetten, teslîmiyetten, vefâdan, cefâdan anlatıyordu. Söze “Edeb yâ hû!” diye başlayarak «Edep»ten bahsediyordu. Anlattığına göre, önce gönüller edeblenmeliydi.

Rûh, Yaratan’dan ötürü yaradılanın karşısında bir kıyâm vakarıyla süzülmeliydi… 

Kalbler zikzak çizmemeliydi. Er kişinin özüyle sözü bir olmalıydı ilkin… 

Yüreğini aşk oduna yakmayan, o sızıyı parmak uçlarına kadar tatmayan, hasedi, fesâdı, kini, öfkeyi, intikamı cehennem uçurumlarına atmayan ve edeb tâcını başına takmayan kimseye kurtuluş meydanında yer yoktu çünkü… 

Bütün bunları dinlerken Cezmi Efendi’nin yüreğindeki buzlar sıcacık göz yaşlarıyla erimeye başlamıştı. Yüreğindeki karanlıkları, sonuna kadar kovmuştu içinden. Ve kapıdan çıkarken helâllik diliyordu Garip Hasan’dan…

* * *

Cezmi Efendi, Hac’dan döneli sekiz ay olmuştu. Bir gece rüyasında Mekke’den bir ışığın çıkıp, odasına girdiğini gördü. Işığın içinden Garip Hasan çıktı. Üzerinde o bembeyaz fistanı ve örtüsü vardı. Kaşları çatıktı. 

O Cuma günü, evinde söylediği gibi sesini yükselterek “Edeb yâ hû!” diye seslendi. Cezmi Efendi nefessiz kalıp sıçrayarak uyandı. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Dilinden saygıyla “Garip Hasan” kelimeleri dökülürken, kanepenin üzerine ayaklarını kıbleye çevirmiş olarak uyuyup kaldığını gördü ve hemen toparlandı. 

Gözleri dolu dolu olmuştu… 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle