1927 yılıydı. Havalar ısınmaya başlamıştı. Uzaklardan, çok uzaklardan bir misafir geliyordu bu ülkeye. Bu ülkede de, Çorum’un Berk köyüne yerleşecekti.
Burayı çok beğendi; havası, suyu her şeyi güzeldi bu yerin. İşte şu yüksek baca da yuva kurulacak yerdi hani. Yazın tadını burada çıkaracaktı. Camiye de yakındı. Her beş vakitte ezan sesiyle uyanıp irkilirdi. Sonra uzun bir ağıt yakardı kendi diliyle, uzun bir ağıt. Laklaklar karşı dağlara çarpar geri dönerdi kendine. Bu sesten etkilenenler de olurdu. Onun sesinde hasret vardı. Burada yavruladıktan sonra onları da göklere uçurup vatanına dönecekti. Öbür yaz da tekrar buraya gelecekti belki.
Leyleğin, gagası ve ayakları gibi uzun ümitleri vardı. Gençti, güzeldi bu leylek. Erkek leyleklerden bir onu gözüne kestirdi. Düğünleri oldu mavi göklerde. Masmavi ümitler yaşadılar uçtular uçtular beraberce… Şimdi o, diğer erkeklerin gözünde bir bacıydı sadece. Erkek de evine bağlıydı. Onu esen yelden, uçan kuştan sakınıp kıskanırdı.
Dişi leylek yumurtalarını bir bir yuvaya bırakmaya başlamıştı. Erkek de yumurtaları her gün sayar, onları gözü gibi korurdu. İkisi de yuvalarını düşünür, yavrularının hayalleriyle yaşarlardı. Derken günün birinde hain bir el uzandı yumurtalarına. Bu işi yapan çocuk değildi. Aklı başında, yaşı yerinde bir insandı. Şeytan nasılsa kandırmıştı onu.
Yumurtaları şeytanca karıştırdı. Onlardan birini belki de en irisini seçti. Yılışık gözlerle yumurtayı iyice süzdü. Önündeki iki sarı paslı dişini göstererek gevrek gevrek güldü. Kasketini düzeltti rüzgardan uçmasın diye. Düşmemek için kendini dengeledi. Aklınca deneyecekti leylekleri. Cebindeki ördek yumurtasını, aldığı yumurtanın yerine bıraktı. Onu diğer yumurtaların arasına katıp karıştırdı. Leyleklerin gelip yakalamasından da korkuyordu. Oraya çıkıncaya kadar da zaten binbir tehlike atlatmıştı. Düşmeden inmeliydi. Leyleklerin ötelerden sesleri duyuluyordu.
Oradan inip doğruca kahveye doğru koştu. Kahvede bulunanlara yaptığı marifeti ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Hem arka arkasına hırsla sigarasını içiyor, hem de yumurtayı göstererek:
“–Bu yumurtayı aldım, ördek yumurtasını yuvaya koydum, bundan sonra ördekler de uçacak.” diyerek leyleklerle alay bile ediyordu.
Hemen evine koştu. Çocuklarına leylek yumurtasını gösterdi. Onlar da yumurtaya hayranlıkla baktılar. Ocağa bir tava koyup içine de biraz yağ kattı. Yumurtayı kızgın yağ içine atıp pişirdi. Yumurtanın yağa düşmesiyle cız diye bir ses duyuldu. Birilerinin yüreği cız etti. Dişi leylek, erkeğine:
“–Bugün yüreğim sıkılıyor, eve dönelim.” dedi.
Yuvalarına döndüler beraberce. Önce yumurtalarına baktı, sonra onların üzerine çöktü bir daha da kalkmadı. Erkek leylek dişisine güzel nağmeler yaktı kuluçka boyunca. Dişinin gözleri gülüyor, içi gülüyordu. Hâin bir elin yumurtalar arasında doşlaşıp birini değiştirdiğini nereden bilebilirdi.
Beklemek ne kadar da zordu yumurtaların hayata uyanmasını. Erkek leylek bu sabah erkenden uçup gitmişti. Dişisine en güzel yiyecekleri getirecekti. İşte erkeğin ayrıldığı anda kuluçka dönemi sona ermişti.
Yavrular bir bir kabuktan çıkıyorlardı. Bunlar yumurtanın içinde böyle nasıl olmuşlardı. Ne şirin şeylerdi bunlar. Onlardan biri diğerlerine hiç benzemiyordu. Leylek bir baktı, iki baktı benzetemedi diğerlerine. Ana şefkati acıdı ona da. “Bunların yanında bu da büyür.” dedi.
Bunun leyleklerden farkı ne ki sadece ayaklarıyla gagası biraz kısa. Onu atamazdı, atarsa bir can kaybolurdu. Kendi hayatını muhafaza edemezdi bu zavallıcık. Erkek leyleğe bundan hiç bahsetmedi.
Yavrular palazlandıkça ördek yavrusu diğerlerinden ayrılıyordu. Erkek bunun farkına varmadığından dişisine yine sevgiyle muâmele ediyordu. Yavrular iyice büyüdü. Erkek leylek o gün daha bir gururla bakmak istedi.
İşte ne olduysa o zaman oldu. Ördek yavrusunu farketti. Farketmesiyle her şey değişti. Erkeğin kaşları çatıldı, rengi değişti, gözleri karardı. Önce sert sert dişisine baktı. Tüylerini kabarttı. Dişi de işin farkına vardı. Küçüldükçe küçüldü, ağzını açıp da bir çift lâf edemedi. “Bu yavruya da acıdım, onu da korumak istedim, diğerlerinin yanında o da büyür.” diyecekti, diyemedi, sustu.
Erkek leylek önce kanatlarını çırpıp biraz havalandı. Sonra dişinin üstüne sert bir iniş yaptı. Nesline ve kendine yapılan bir ihânetti bu. Dayanamazdı, görmemezlikten gelemezdi. Varsın başkaları dişisini kıskanmazsa kıskanmasın. Kendisi çok kıskançtı. Dişisini çok sevdiği halde kıskançlıkla bu sevgi nefrete dönüşüvermişti. Erkeğinin namusunu korudukça güzeldi ve sevimliydi dişi. Şimdi ise aralarındaki akit yok olmuş, dişi erkeğine ihânet etmişti, erkek leylek böyle düşünüyordu.
Erkek leyleğin birinci hamlesinde uzun gagasında sadece birkaç tüy kalmıştı. Dişi sesini bile çıkaramadı. Her ne pahasına olursa olsun atamazdı ördeği. Çünkü o bir anneydi. Hani bu şefkatle bir kedi ezeli düşmanı olduğu fare yavrularını kendi yavrularıyla birlikte emzirmiyor muydu? Yine de leylekler arasında kıskançlık daha sert ve daha acımasızdı.
Birinci hamlede istediğini yapamamıştı erkek. İkinci hamle için daha çok havalandı. Tekrar daha sert bir şekilde dişisine çullandı. Dişinin bu hamlede tüyleriyle beraber derisi de kopmuştu. Dişi leyleğin işi ve dışı beraber kanıyordu. Dişinin her sabahki neşeli laklakları artık bitmişti. Istırapla yavrularına bakıyordu.
Onlar ise olup bitenden habersizdi. Erkek leylek üçüncü hamleye hazırlanırken diğer leyleklere meseleyi götürmeyi düşündü ve götürdü de. Olayı, onlar da hoş karşılamadılar.
Nesillerine ve kocasına ihânet eden dişi leylek öldürülecekti. Bir grup leylek, erkek leylekle beraber gidip dişi leyleği öldürdüler. Dişi leylek gık bile diyemedi, kanunlara karşı boynu kıldan inceydi.
Erkek buna rağmen hıncını alamamıştı. İbret olsun diye leylek leşini köy meydanına attı. Sahipsiz leylek, onun bunun ayağı altında kaldı, köy çocuklarının eğlencesi oldu. Kimisi gagasından, kimisi ayaklarından çekiştirdi.
Yumurtayı değiştiren adam da onu gördü. Korkusundan leyleğe yaklaşamıyordu. Sarı paslı dişlerini gösterip gülemez oldu. İçine bir alev düşmüş onu yakıyordu. Yüreğine bir taş oturmuştu, onu oradan söküp atmak ne mümkündü. Ayık da gezmiyordu zaten. Evine, âilesine, çocuklarına hiçbir şey söylemedi. Kahvede iftiharla anlattığı şeylerden de utanır olmuştu.
Yüksek bacada, sadece yavruların acı feryâtlarını duyan köylüler çok üzüldüler. Yetim kalan yavrular için gözyaşı döktüler. Leyleğin ölüsünü kimse tutup da başka tarafa atmaya cesaret edemiyordu. Köylüler misafir gelmiş bu hayvanın hâline acıyorlardı.
Cânî heveskâr kahveye değil, dışarı bile çıkamaz olmuştu. Evinin perdelerini de iyice kapatmıştı. Karanlığa kaçıyor, karanlıktan medet bekliyordu. Vicdânî azap onu yiyip bitiriyordu. Dışarıda, hep geceleri dolaşıyordu. Dolaşırken de durmadan içiyordu.
Yine böyle bir akşam içki şişesiyle leyleğin yanına gitti. Kendi kendine konuşuyordu. Leyleğin gagası yukarı doğru bir bıçak gibi dikilmişti. Sarhoş caninin bir an dengesi bozuldu. Gözleri karardı, ayağı kaydı veya ayağını bastığı zemin bir ada bir kilim gibi ayağının altından çekildi.
Sarhoşun o taş oturan kalbine leyleğin gagası hançer gibi saplanmıştı. Kalbinden bu gaga o taşı söküp atmış mı bilinmiyordu ama bilinen tek şey dünyanın etme bulma dünyası olduğuydu.
Sabah oradan geçenler bu ibretli manzara karşısında:
“Etme bulma dünyası!..” dediler.
Etme bulma dünyası…
YORUMLAR