Allah Teâlâ, insanı tertemiz olarak ve İslâm fıtratı üzerine yaratmıştır.
Tertemiz yaratmıştır; Hıristiyanlıkta olduğu gibi, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ Vâlidemizin cennette işlemiş olduğu “yasak meyveye uzanma günahı” sebebiyle doğuştan gelen bir günahtan uzaktır.
Tertemizdir, çünkü anne-baba, hangi günahı işlemiş olursa olsun, doğan çocuk mâsumdur. Büluğ yaşına kadar bütün çocuklar günahsızdır.
İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır; çünkü anne-baba, çevre, o yaratılışı bozmadığı, değiştirmediği, ifsad etmediği, ayarları ile oynamadığı zaman, çocuk, Rabbini bulur. Tıpkı yanına bir mıknatıs konmamış pusulanın kuzeyi göstermesi gibi… Ancak ne zaman anne-baba, çevre, eğitim; o pusulanın ayarlarıyla oynarsa, o zaman çocuk hakikat ibresini şaşırmaya başlar.
İnsan ne kadar kirlenmiş, ne kadar günaha batmış olursa olsun; yaratılışındaki bu fıtrat ve temizlik, başka bir ismiyle “vicdan” onun en amansız hâkimi; gönül, davranışlarının muhâkeme edildiği ve bir türlü susturulamayan adâlet tevzî edilen mahkeme salonudur. Mazeretler, bahaneler; avukat kılığına girerek yapılan kötülükleri bir kılıfa soksa da, en âdil hâkim, hükmünde devamlı sûrette isabet eder. Adâlet kantarı hep doğru tartar insanın iç dünyasının mahkeme salonlarında… Bu sebepledir ki, vicdanını susturan, fıtratını kirleten, kapkaranlık insanlarda bile bir gün bir insaf kıvılcımı, bir merhamet damarı çıkıverir.
* * *
Bu kadar temiz yaratılan, Rabbinin esmâ ve sıfatlarının tam bir tecellî merkezi olan insan; Allâh’ın anne ve babaya verdiği tertemiz bir kâğıt gibidir. Anne-baba; kendi “gönüllerince” bu kâğıda izler düşürürler. Bazen bu izler çok derinlere kök salmış lekeler hâlindedir; bazen ince ince dokunmuş bir kumaş gibi…
İnsanın şuuraltına, derinlerin derinine inmiş bu dokunuşlar, gün gelir boy atar, filizlenir. Bazen bir gül, bir lâle hâlinde boy verirken; bazen bir kaktüs hâlini alır, geleni geçeni tırmalar. Bazen de kendi hâlinde, hudânâbit bir şekilde büyümüş, hoyrat ellere düşmüş, ayrık otları gibi, savrulur gider hayatın hengâmında…
Evlat, büyük oranda âilenin bir hâsılası, bir özeti gibidir. Ebeveynin kartvizitidir, başka bir ifadeyle… Büyük oranda durum bu minval üzereyken, bazen armut, ağacın dibine düşmez. Âlimden zâlim, zâlimden âlim doğabilir. Bu bazen ihmalden veya eğitimdeki hatalardan kaynaklanır; bazen de başlı başına bir cilve-i ilâhî, şu ibretler ve hikmetler meşheri olan dünyanın acı bir imtihanıdır.
Bazen evlat, Firavun’un sarayında yetişen Hazret-i Mûsâ gibi ya da ateşin bağrında açan Hazret-i İbrahim gülü gibi yeşillenir; gönüllere taht kurar. Bazen de evlat, Hazret-i Nûh’un tûfâna kapılan evlâdı gibi, bir ok olur, insanın bağrına saplanır; bir çığlık olur, sessizce yudumlanır.
Her ne hikmetse, bizim bu dünyadaki mâcerâmız, nihâî zafere ulaşmak değildir; istişâre etmek, tedbir almak, gayret ve himmetimizi bezletmektir. Başka bir ifadeyle biz zaferden değil, seferden mes’ûlüz. Gayret ve himmetlerimizi hayırlarla neticelendirecek olan Rabbimizdir. Ümid ederiz, talep ederiz, duâ ederiz, gayret ederiz; tevfîk ise Rabbimizdendir.
* * *
Aynı durum eğitimciler için de geçerlidir. Eğitimcinin vazifesi, kendisine verilmiş taşın, kayanın fazlalarını yontmak ve geriye mükemmel bir heykel ortaya çıkartmaktır. Bu mânâda her eğitimci, aynı zamanda bir sanatkârdır. Hammaddenin yapısına göre âlet kullanan; elmasa vurduğu çekiçle kömüre vurduğu çekici bir tutmayan mâhir eldir. Eğitimci, sarraftır, madencidir. Hangi toprakta ne maden bulunacağını bilir; hangi madenin ne kıymette olduğunu bakar bakmaz anlar.
Bu sebeple gerektiğinde bir nazarla “edeb” öğretir, gerektiğinde söz ve ikazla… Ancak inciyi hak edene verir; ilmi de liyakati olana… Herkes âlim olamasa da, herkes “edeb mektebi”nden mezun olmalıdır. Çünkü insan olmanın hem ilk basamağı, hem de son durağı edebli olmaktır. Edebli olmak, haddini bilmektir. Edebli olmak, hakkını bilmektir. Edebli olmak, maslahatı, nerede ne konuşacağını bilmektir.
* * *
İslâm’ı öğreten kimseler, son ve tamamlanmış bir kemâl dinini öğrettiklerini bilmeli, İslâm’ın güzelliklerine gölge düşürmemeye çalışmalıdır. İslâm’ı, olduğu gibi nakledebilenin, ona başka şeyler eklemesine ihtiyaç yoktur. Yeter ki, ondan bir şey eksiltmesin!..
Bugün Müslümanların en büyük derdi, insanların İslâm’la önündeki en büyük engeli kendilerinin oluşturmalarıdır. Eğer biz, şahsî hatalarımızla, ön yargı ve tekrarladığımız yanlışlarımızla, dinimize ulaşacak kimselere perde oluyorsak, bunun vebâlini hiçbir şeyle ödeyemeyiz. Bu yüzden İslâm’ı doğru öğrenmemek ve öğrendiklerimizi en güzel şekilde yaşamaya çalışmamak; sadece şahsımıza bir zarar vermez. Belki şahsımıza vermiş olduğu zarar, bütün zararlar içinde en küçüğüdür.
Düşünsenize, bir erkek veya bir kadın, tek başına bir yanlış yaparsa, öncelikle suç kendisine aittir. Ancak bu kimse, anne-baba olmuşsa, evlâdına kötü örnek olmuş ve yanlışını büyütmüş olur. Şayet bu zât, bir şekilde insanların önüne düşmüş, öğretmen olmuş, idareci olmuşsa, artık o tek “hata”; katlanarak büyümüş demektir. Kim bu hatayı görmüş ve taklid etmişse, o kadar kendisine zarar vermiştir. Kim de bu hatayı, onun sahip olduğu değerlere bağlayarak hakikat ve doğruluktan uzaklaşmaya başlamışsa, onların vebâlini de yüklenmiş demektir. Hatta aynı hatayı tekrarlayıp duran sonraki nesillerin suçu da bu işte öncülük yapan kimseye kadar uzanır.
İşte tam bu noktada, “keşke hiç yaratılmasaydım!”, “keşke dağ başında bir ot olsaydım!” diyen selef-i sâlihînin gönül dünyasına ulaşmış oluruz.
Bu iş, bıçak sırtı bir meseledir. Hayırda öncü olmak, iyi anne-baba, güzel eğitimci olmak; doğruluklarda rehberlik yapmak; insanın sevab defterini kıyamete kadar açık tutarken; kötülüklerle anılmak, kötülüklerde öncü olmak da günah defterinin kıyamete kadar kabarmasına sebep olmaktadır.
Öyleyse bize düşen, bu şuurla önce kendi hayatımıza çekidüzen vermek, sonra etrafımızda, bizim sorumluluğumuzda olan kimselere ulaşmak; kısaca insanlar üzerinde hep hayır ve güzelliklerle iz bırakmaktır.
Bu hâl, müthiş bir dikkat ve hassasiyet gerektirir. Kılı kırk yararcasına ihtimam ve kendine odaklanmayı îcab ettirir. Zaten müslüman, “hesaba çekilmeden önce kendisini hesaba çeken kişi”dir. Mühim olan, âhiret mîzânını burada kendi vicdanımızda kurmak… Kıyamette önümüze konacak sırât köprüsünden önce, bu dünyadaki istikamet köprüsünde şaşmamak… Edebî cehennem ateşine düşüp hasret ve nedâmetle yanmadan önce, burada bütün gücümüzü, irade ve bilgimizi kullanarak alabildiğine hassas ölçülerle kendimizi tartmak…
Dünyayı cennete çevirmeye gelmedik. Elbette dünyayı îmar etmek vazifemiz… Ancak bu dünyada ne kadar ihtimam gösterirsek gösterelim “ebedî bir cennet saadeti” mümkün değil. Burası kazanma yurdu, harcama değil!.. Burası âhiret azığı toplama mekânı, güllük gülistanlık huzur ve eğlence adresi değil!..
Burası, imtihan dünyası; kazananların ve kaybedenlerin belirlendiği, insanın ölene kadar her an, herkesle yoklandığı bir sınıf ortamı… Herkesin karnesini aldığı; mükâfâtların ve cezaların dağıtıldığı bir mekân da değil! O yüzden bu dünyadaki nîmetleri, hak ettiğini, kazandığını düşünme! Aksine bu dünyanın nimetleri de bir imtihan!.. Tıpkı acıları, hastalıkları ve musîbetleri gibi… Ne acı çeken, hak ettiği için çekiyor bu dünyada; ne de nîmete eren yaptıklarının karşılığına mazhar olduğu için…
O hâlde eşler de, çocuklar da imtihanın bir parçası… İnsanın gönlüne konmuş bağlılık ve sevgi, onlarla imtihanımızı daha da zorlaştırıyor. Yarın, birbirimizden kaçmamak için, yarın Rabbimizin huzuruna yüzümüz ak bir şekilde, el ele, kol kola gidebilmek için; evlâdımıza, anne-babamıza, akrabalarımıza ve bütün insanlığa olan hak ve vazifelerimize dikkat edelim.
Aslında yapacağımız şey sadece fıtratı bozmamak ve İslâm’ın güzelliğine gölge düşürmemek… Gerisi, Rabbimizin takdiri…
YORUMLAR