Tarih boyunca, vicdan ve insaf sahibi olmayan ve hesap gününden korkmayan kimseler, yüksek bir mevkie gelip gücü ele geçirincence, bu güçlerini, akıl almaz zulümlere âlet etmişlerdir. Bundan da, özellikle toplumun zayıf ve kimsesiz tabakaları zarar görmüştür. Kadınlar, çok eski devirlerden beri, bedenî zayıflıkları sebebiyle horlanmış, dışlanmış, sömürülmüş ve işleri bitince de, sıkılmış bir limon gibi yokluğa ve unutulmaya terk edilmişlerdir.
Câhiliye toplumlarındaki bu kötü düzene İslâmiyet son vermiş ve onu toplum içinde saygın ve seviyeli makamına oturtmuş, daha önce hiçbir sistem tarafından tanınmayan hak ve salâhiyetlerle kadın cinsini yüceltmiştir. Ona, fıtratına uygun ve gücü nisbetinde mükellefiyetler yükleyerek toplum düzeninde önemli roller vermiştir. Bizzat Peygamber Efendimiz’in şahsında başlayan bu bakış açısı ve uygulamalar, kısa zamanda meyvelerini vermiş ve İslâm toplumunda kadınlar, pek çok sahada söz sahibi olmuşlardır.
Daha sonraki devirlerde, bazı topluluklarda zaman zaman diğer câhiliye örf ve âdetleri gibi kadına karşı ayrımcılık ve küçük düşürücü tavırlar tekrar yaygınlaşmaya başlamıştır.
Daha da kötüsü, bu zihniyet ve davranışlar bazen İslâm’a mâl edilmiştir. İslâm’ın bir emriymiş gibi kadını küçük görmeye, bastırmaya ve sindirmeye kalkışılmış; dîni bütün bazı hanımlar da kâh dinin emrine riâyet etmek istedikleri için, kâh da toplumsal baskılardan korkarak bu dar çerçeveye mecbûren râzı olmuşlardır.
Genel anlamıyla kadına hak ve üstünlükleri unutturulmuş, sorumluluk ve vazifeleri de artırılmıştır. Şüphesiz zulmün her çeşidine karşı çıkan İslâmiyet’in, bu adâletsizliği kabul etmesi beklenemez.
Kadın, ne bir köledir, ne de bir şeytan!.. Kadın, fıtratına uygun iş ve sorumlulukları yanında, hak ve meziyetleri de olan, kendine has, muhterem bir şahsiyettir.
O’nu bir insan olarak görmeyen, âdeta kendisinin emrine verilmiş bir köleymiş gibi alan, satan, emeğini sömüren ve her türlü hayat hakkını çiğnemeyi mübah sayan bir zihniyeti, İslâmiyet aslâ kabul etmez.
Bir kuşun tek kanadıyla göklere doğru yükselmesini beklemek abes olduğu gibi insanlığın da kadını ihmal ve terk ederek varacağı bir yükseklik yoktur.
Bütün bu söylediklerimiz, yanlış anlaşılmamalıdır. Biz kadını, tek başına yaşayacak, her türlü ihtiyacını tek başına karşılayacak, hiçbir şekilde erkeklere müracaat etmeyecek, başına buyruk bir feminist anlayışı savunuyor değiliz. Böyle bir zihniyet, en çok kendi mensuplarına zarar verir. Çünkü bu anlayışın, hayatın gerçekleriyle bağdaşır bir tarafı yoktur.
Batı toplumlarında erkeklerin aşırı baskısını reddederek yola çıkan bu feminizm anlayışı, çıkış itibariyle haklı yönleri bulunsa da, gelmiş olduğu diğer bir uç noktada erkeği tamamen yok sayma aşırılığına kaçmıştır. Böyle bir anlayışla âile kurmak, çocuk büyütmek, sâlih ve sâliha nesiller yetiştirmek imkânsızdır. Bu ise, toplumların yok oluşu demektir.
Ne erkek, ne de kadın tek başına her şeyin hâkimi değildir ve olamaz. Her ikisi de birbirine muhtaç ve birbirinin eksiklerini tamamlayan iki cinstir. Birini aşırı yüceltip diğerini ihmal eden her türlü fikir ve anlayış, tarihin tozlu yapraklarında kalmaya mahkûmdur.
Olması gereken düzen, her bir cinsin fıtratına uygun hak ve sorumluluklar yüklenmesi ve yine her iki cinsin birbirinin sınırlarına, haklarına ve meziyetlerine saygı göstermesidir. Fertlerde, toplumda ve âilede huzur ve mutluluk, işte tam buradadır.
YORUMLAR