İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan nakledilen bir rivâyet şöyledir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Allah Teâlâ’nın bana hastalığımı haber verdiğini bilmez misin?” (diye sordu.)
Sonra Ali, Zübeyr ve Ammâr bin Yâsir’i -radıyallâhu anhüm- gönderdi. Onlar bir kuyunun suyunu çektiler. Sonra içindekileri çıkardılar. İnsan başından taranırken düşmüş kıllar, bir taraktan birkaç diş ile iğneler batırılmış ve üzerine on bir düğüm bağlanmış bir yay kirişi gördüler.
İşte yüce Allah bu iki sûreyi indirdi. Bu iki sûre, bu düğümler sayısında onbir âyet-i kerîmedir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bunları okuyarak istiâzede bulunması emredildi. Bir âyet okudukça bir düğüm çözüldü ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir parça hafiflik hissetti. Nihayet son düğüm de çözüldü. Sanki bir bağdan kurtulmuş gibiydi.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- devamla dedi ki:
“-Onda (büyük) bir hastalık yoktu. Cebrâil -aleyhisselâm- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i okuyarak tedâvi etmeye koyuldu ve şöyle dedi:
«Seni rahatsız eden her bir şeyden, her bir kıskancın şerrinden ve her kötü gözden, ben seni Allâh’ın adıyla iyileşmen için okuyup tedavi ediyorum. Sana şifâ verecek olan Allah’tır.»” (Buhârî, Tıbb, 38; Müslim, Selâm, 40, Tirmizî, Cenâiz, 4; İbn-i Mâce, Tıbb, 36-37; Ebû Dâvud, Tıbb, 19)
Bu rivayetlerden, sihir neticesinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in risaletinde eksiklik, hata veya şaşırma meydana geldiğinin çıkartılması mümkün değildir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir insan olarak Uhud Savaşı’nda görüldüğü gibi yara almış, bir hadîs-i şerîfte sâbit olduğu üzere attan düşerek yaralanmış, başka bir hadîs-i şerifte geçtiği üzere akrep tarafından ısırılmıştır. Bütün bunlar, O’nun Allah tarafından korunduğu esasına ters düşmez. Çünkü Rabbimiz:
“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, Seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” buyurmaktadır. (el-Mâide, 67)
Âyet-i kerîmede açıkça görüldüğü üzere, hiçbir insanın/şeytanın hilesi, tuzağı, düşmanlık ve saldırısı, Peygamber Efendimizin Allah’tan aldığı vahyin muhtevasına ve tebliğine halel getirememiştir. Bu, te’yid-i ilâhîyle bildirilmiş ve “ilâhî vahiy”, bizzat Allah Teâlâ tarafından, sağlam bir koruma altına alınmıştır. Siyer ve tarih kaynakları da bunun apaçık şâhididir.
Peygamber Efendimizin hayatı boyunca en tehlikeli anlardan tutun da, son hastalığı sebebiyle yatağa düştüğü âna kadar; insanların müdahale ve saldırıları; vahyin akışını ve yayılışını hiçbir an engelleyememiştir. Her türlü baskı, işkence, suikast, İslâm dâvâsının tamamlanmasına mâni olamamış ve Cenâb-ı Hakk’ın murad ettiği nimet, “tamamlanmış”tır.
Kadı İyaz da Şifâ-i Şerîf’te, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiği hadîsin çeşitli rivayetlerinde Peygamber Efendimizin sihirden aklen, kalben ve itikad olarak etkilenmediğini, sihrin ancak şerefli bedenine ve görülen (zâhirî) uzuvlarına birtakım tesirlerde bulunduğunu ifade etmiştir. Bu hâl sebebiyle zaman zaman Allah Rasûlü’nün hareketlerinde tutukluklar da görülmüştür. (Bkz: Kadı İyaz, Şifâ, II, 181-182)
Ancak bütün bu menfî hâl ve sıkıntılar; Peygamber Efendimizin vahiy almasına, Cebrâil -aleyhisselâm- ile görüşmesine, aldığı bu vahiyleri insanlara ulaştırmasına engel olmamıştır. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz, kendisine yapılan bu sihre âit malzemelerin nerede bulunduğunu, âdeta eliyle koymuş gibi tarif etmiş ve ashâb-ı kirâmdan gönderdiği kişiler de O’nun bildirdiği yerde o sihir malzemelerini bulmuşlardır.
Sihir ve sihre âit malzemeler tesbit edildiği gibi, sihrin kim tarafından ve nasıl yapıldığı da Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimize bildirilmiştir. Ashâb-ı kirâm, Peygamberimize:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Sihri yapan kimseleri (Lebid bin A’sam ve kızlarını) öldürelim mi?” diye sorduğunda, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Allah bana şifa vermiş bulunuyor. Ben insanların aleyhine bir kötülüğü körüklemekten hoşlanmam!” diyerek şahsî intikam peşinde koşmayacağını ifade etmiştir. (Bkz: İbn-i Kesîr, XV, 8813)
Tefsiri
1-De ki: “Ağaran sabahın Rabbine sığınırım.
Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerim kıraatine başlamak isteyen kimsenin “istiâze” çekmesini emrederek:
“Şeytandan Allâh’a sığın!” (en-Nahl, 98) buyurmuştur.
Başka bir âyet-i kerîmede ise:
“De ki: Yâ Rabbi! Şeytanın vesveselerinden Sana sığınıyorum.” (el-Mü’minûn, 97) buyrulmuştur.
Peygamber Efendimiz de:
“Allâh’ın tam kelimelerine sığınırım!” diye duâda bulunmuştur.
O hâlde Rabbimiz, her türlü kötülükten, şeytanlardan, fitne ve vesveseden, insan ve cinlerin şeytanlarından sığınılacak yegâne mercîdir. Bu sığınma esnasında, Allâh’ın esmâsından herhangi bir isimle ilticâ etmek mümkün olduğu gibi, bu ism-i şerîflerin en yücesi olan “Allah” lafzıyla sığınmak daha faziletlidir. Zira “Rab” vb. isim ve sıfatlar, bazen değişik şekillerde, diğer varlıklar için de kullanılır. Ancak “Allah” lafzı, sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’a âittir. O yüzden duâda ve ilticâda bu ism-i şerîfin tekrarından daha fazla lütuf ve bereket umulur.
Böyle olduğu hâlde, Felak Sûresi’nde neden “Rab” kelimesine sığınılması istenmiştir, denilirse, şunlar söylenebilir:
1- Cenâb-ı Hak, “Kur’ân okuduğun zaman Allâh’a sığın!” buyurmuştur. Bu emirle birlikte Kur’ân okumak için istiâze şart koşulmuş ve emredilmiştir. Bu sûredeki istiâze (sığınma talebi) ise, kişinin canını ve bedenini sihirden koruması içindir. Birinci vazife daha büyük olduğundan orada Allâh’ın en büyük ismi kullanılmıştır.
2- Şeytan, insanı ibadetten uzaklaştırmaya çalışırken; onun beden ve ruhuna zarar vermeye çalışmaktan daha fazla gayret gösterir. Başka bir ifadeyle insanın ibadetten uzaklaştırılması, beden ve ruhuna zarar verilmesinden daha zordur. İşte şeytanın bu büyük gayretini boşa çıkartmak için Kur’ân okumaya başlamadan önce “Allah” lafzı kullanılmıştır.
3- “Rab” ismi terbiyeye işaret eder. Allah, kuluna geçmişte vermiş olduğu eğitim ve terbiyeyi hatırlatmakta ve:
“-Seni bugüne kadar dertsiz tasasız getiren Rabbine sığın!” diyerek kulunun gelecek endişelerinden de emin olmasına işaret etmektedir.
4- Allâh’ın terbiye ve ihsanına işaret eden “Rab” isminin tercih edilmesiyle, başlangıçta olduğu gibi, bundan sonraki hayatta da Allâh’ın ihsanlarının kesilmeyeceği bildirilmiştir. Felak ve Nâs sûreleri, Kur’ân-ı Kerim’in son sûreleridir. Son sûrelerde bile, Allâh’ın terbiye, rahmet ve ihsânlarına işaret edilmesi, insanlığa ikramının nihayetsiz olduğunu göstermek içindir.
“Felak” kelimesi, sabah demektir. Müfessirlerin çoğu bu görüştedir. Kelime kökü olarak “çıkarılmış” mânâsına gelir ki, sabah, geceden çıkarılmaktadır.
Allâh’a sığınmak için “sabah vakti”nin seçilmiş olmasında da pek çok hikmetler vardır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1-Çeşit çeşit zifiri karanlıkları, bütün bu âlemden kaldırmaya kâdir olan Allah Teâlâ, kendisine sığınan kulundan korktuğu ve çekindiği her şeyi def etmeye elbette kâdirdir. (Devam Edecek)
Zehra ERİŞ
YORUMLAR