Çile Dolu Hicret
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyneb’i Medîne’ye getirmek üzere Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- ile birlikte Ensâr-ı Kirâm’dan birisini vazifelendirdi. Onlara:
“–Batn-ı Ye’cic’e gidin. Zeyneb, oraya gelecek. Buraya varana kadar ona refâkat edin.”[1] buyurdu.
Bu emr-i nebevî üzerine, Zeyd ve arkadaşı birlikte yola çıktılar.
Diğer taraftan Zeyneb -radıyallâhu anhâ- da yol hazırlıklarını tamamlamış ve kayınbiraderi Kinâne bin Rebî’ ile birlikte Batn-ı Ye’cic’e gitmek üzere yola çıkmıştı. Zeyneb -radıyallâhu anhâ- kızı Ümâme ile birlikte hevdece binmişti. Kinâne ise, okunu ve sadağını kuşanmış hâlde devenin yularından tutmuş önde yürüyordu.
Zeyneb -radıyallâhu anhâ- yola çıktığında gündüz vaktiydi. Böylece onun Mekke’den ayrılmakta olduğunu birçok kişi gördü. Bu durum, Mekkeli müşriklerin elebaşlarının azgın nefislerine ağır geldi. Çünkü Bedir Harbi’ndeki mağlûbiyet, Müslümanlara karşı onların kalbindeki kin ve nefret hislerini daha da azdırmış bulunmaktaydı. Böyle bir mağlûbiyetin ardından, Zeyneb’in hiçbir engellemeye mâruz kalmaksızın herkesin gözü önünde Medîne’ye hicret etmesini, acziyetlerinin yüzlerine vurulması şeklinde yorumlayan azılı müşriklerden bir grup, onu durdurmak istedi. Silâhlanıp takibe koyuldular. Zîtuvâ denilen yerde Zeyneb’e ve Kinâne’ye yetiştiler. Grubun en önünde yer alan Habbâr bin Esved ile Nâfi’ bin Kays hemen Zeyneb’i taşıyan deveye doğru yöneldiler. Habbâr’ın elinde bir mızrak vardı. Bu mızrağı deveye doğru salladı. Hayvancağız mızraktan ürküp irkilince, üstünde bulunan Zeyneb ve kızı fecî bir şekilde yerde bulunan bir kayanın üstüne düştüler.
O esnada Rahmet Peygamberi’nin bu nâdide goncası hâmileydi. Düşmenin şiddetiyle düşük yaptı. Kanlar içinde yere yığıldı kaldı. Çok hızlı gelişen bu hâdise üzerine Kinâne, hemen yayını hazırlayıp sadağındaki okları yere serdi ve gözü dönmüş haydutlara:
“–Benden tarafa yaklaşmayın! Vallâhi okumun hedefi olursunuz!..” diye haykırdı.
Kendini savunmaktan âciz bir kadın ve çocuğa karşı sırtlan kesilen haydut gürûhu, Kinâne’nin bu tehdidi üzerine fare yavruları gibi kaçışıp hemen oradan uzaklaştı.
Bu esnada ilk grubun ardından Zîtuvâ’ya gelen Ebû Süfyan, bu fecî manzarayı gördü. Zeyneb yerde kanlar içinde yatıyor, Kinâne ise yayını germiş kimseyi yaklaştırmıyordu. Kinâne’ye hitaben:
“–Be adam! Okunu üstümüzden çek de seninle bir konuşalım.” diye bağırdı.
Kinâne, ok atmaktan vazgeçince de onun yanına gelip şöyle dedi:
“–Pek isabetli davranmadın. Kadını, herkesin gözü önünde aramızdan çıkarmaya çalıştın. Muhammed sebebiyle (Bedir’de) başımıza gelen musîbeti ve üzüntümüzü biliyorsun. Sen O’nun kızını herkesin gözü önünde aramızdan çıkarırsan, insanlar bizim iyice acze düştüğümüzü zannedecekler. Buna karşı koyamayacak kadar güçten kuvvetten mahrum kaldığımızı düşünecekler. Hayatım üzerine yemin olsun ki, ben onu babasından ayrı tutup yanımızda hapsetmek istemem. Bunun benim için önemi yoktur. Ancak sen şimdi onu Mekke’ye geri getir. İnsanlar, bizim sizi yoldan geri çevirdiğimizi görsünler. Bu hususta yükselen seslerin yatışmasını bekle!.. Daha sonra bir gece vakti onu sessizce çıkarıp götürebilirsin.”
Zaten Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, bu fecî hadise üzerine rahmindeki mâsum yavrusunu düşürdüğü için yola devam edebilecek bir durumda değildi. Kinâne, onu Mekke’ye geri götürdü. Daha sonra Zeyneb kendine gelip toparlandığında bir gece vakti onu Mekke’den çıkarıp, hâlâ Batn-ı Ye’cic’de beklemekte olan Zeyd ve arkadaşına teslim etti.
Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu yürekler acısı hâdise karşısında, teessürünün şiddeti sebebiyle Habbâr ile Esved’in her nerede yakalanırlarsa yakılarak öldürülmesini emretmiştir. Fakat bir müddet sonra bu emrini tâdil ederek şöyle buyurmuştur:
“–Size bu iki adamın yakılmasını emretmiştim. (Sonra düşündüm ki), ateşle azab, sadece Allâh’a mahsustur. O hâlde, bu ikisini yakaladığınız yerde (eziyet etmeksizin) sadece öldürün.”[2]
Ancak Âlemlere Rahmet -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, öyle geniş bir merhamete sahipti ki, seneler sonra Mekke’nin Müslümanlarca fethedildiği gün, kendisinden “emân” dileyen bu iki adamı bağışlayarak kızının ve doğmadan ölen mâsum torununun acısını içine gömmüştür.
Zeyneb’in Emânı
Kaynaklarda, hicrî altıncı seneye gelene kadar Hazret-i Zeyneb’in Medîne’deki hayatı hakkında bir bilgiye rastlanmaz.
Hicret’in altıncı senesinde, Ebû’l-Âs, bir ticaret kervanının başında olduğu hâlde Mekke’den Sûriye’ye gitmişti. Güvenilir bir tüccar olduğu için Mekke’nin ileri gelenleri mallarını ona teslim etmişlerdi. Ebûl-Âs’ın başında bulunduğu kervanın Mekke’ye dönüş yolunda olduğu haberi Medîne’ye ulaştı. O zaman Müslümanlar, Mekkeli müşriklerle savaş hâlindeydiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir seriyye hazırlatıp kervanın önünün kesilmesini emir buyurdu.
Seriyye derhal yola çıkıp kervanın önünü kesti. Bir çarpışma olacağı esnada, seriyye komutanı, kervanın başında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in damadı Ebû’l-Âs’ın bulunduğunu fark etti. Askerlerine, hiç kimsenin canına zarar verilmeden herkesin esir edilmesini emretti. Kervandakiler de canlarına kastedilmediğini görünce mukavemet etmeden teslim oldular. Kervanın mallarına da el konuldu.
Esirler, Medîne’ye getirildiğinde karanlığın da yardımıyla Ebû’l-Âs aralarından kaçıp kurtulmayı başardı. Hemen Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya haber gönderip kendisinden “eman” diledi.
O gecenin sabahında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mescid-i Nebevî’de sabah namazını kıldırıp selâm verdikten sonra kadınların bulunduğu kısımdan bir ses yükseldi:
“–Ey insanlar! Haberiniz olsun ki ben, Ebû’l-Âs bin Rebî’a emân vermiş bulunmaktayım.”
Bu ses, Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya âitti.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu söz üzerine ashâbına dönerek:
“–Ey insanlar! Benim duyduğumu siz de duydunuz değil mi?” diye sordu.
Ashâb-ı kirâm:
“–Evet yâ Rasûlallâh!” cevabını verince de şöyle buyurdu:
“–Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, sizin işittiğinizi ben de işitene kadar bu husustan haberim yoktu. Müslümanların en zayıfının bile emânı mûteberdir.”
Daha sonra kızının yanına vardı ve ona hitâben şöyle buyurdu:
“–Ey kızım, misafirine ikram et. Ancak onun seninle baş başa kalmasına izin verme. Çünkü sen artık ona helâl değilsin.”
Ebû’l-Âs’ın Hidayeti
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû’l-Âs’ın kervanındaki malları ganimet olarak alan seriyyeye hitâben şöyle buyurdu:
“–Bildiğiniz gibi bu adam bizdendir. Siz, onun mallarını ganimet olarak almış bulunmaktasınız. Münasip görüp malını kendisine iâde ederseniz, bu bizim çok hoşumuza gider. Ancak iâde etmekten kaçınırsanız, elbette ki, buna hakkınız vardır. Çünkü bu mallar, Allâh’ın size nasip etmiş olduğu bir ganimettir.”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek dudaklarından dökülen her cümleyi emir telâkki eden ashâb-ı kirâm, O’nun bu mütevâzî ricâsını derhal cân ü gönülden kabul edip kervandan elde edilen bütün malları, Ebû’l-Âs’a iâde ettiler.
Ebû’l-Âs, kervan mallarını alıp Mekke’ye geri dönerken bugüne kadar Müslümanlar hakkında şâhit olduklarını düşünüyor ve İslâm’ın hak din olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmiş bulunuyordu. Mekke’ye vardığında yanında emânet olarak bulunan bütün malları sâhiplerine bir bir dağıttı. Daha sonra da kervanın başında toplanmış kalabalığın karşısında yüksekçe bir yere çıkarak şöyle seslendi:
“–Ey Kureyş halkı! Sizden hiç birinizin benim üstümde, almadığı en ufak bir malı kaldı mı?”
Kureyşliler:
“–Hayır. Allah senin hayrını versin.[3] Hiç birimizin sende hakkı kalmadı. Biz gördük ki, sen hakikaten dürüst ve şerefli birisisin.”
Bunun üzerine Ebû’l-Âs, hiç çekinmeden şöyle dedi:
“–Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de O’nun kulu ve Rasûlü’dür! Vallâhi, O’nun yanındayken bunu ikrar etmeyip buraya gelinceye kadar beklememin tek sebebi, sizin malınızın üstüne konmak istediğimi düşünüp hakkımda kötü zan beslemenizden korkmamdır. Şimdi Allah size mallarınızı iâde etti ve ben de bu işten kurtulmuş oldum. Artık ben de Müslüman’ım.”[4]
Kalabalıktan şaşkınlıkla dolu homurtular yükselmeye başladı. Ebû’l-Âs, hiç birine kulak asmaksızın hemen izi üstüne Medîne’ye doğru yola çıktı. Gönlü, İslâm’ın nûruyla âdeta kanatlanmıştı.
Şirke bulanmış bir hayatı arkasında bırakmış, hidayet yurduna doğru yol alıyordu. Kaderdeki ilâhî cilveye bakın ki, en çileli hicret yolculuğu Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya ait iken en mes’ut hicretlerden birisi de onun kocası Ebû’l-Âs’a nasib oluyordu.
Kavuşma
Ebû’l-Âs, Medîne’ye vardığında, onun Müslüman olduğu haberi Medîne sokaklarında sevinçli bir haber olarak yayıldı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu şerefli ve dürüst damadının, nihayet İslâm’la şereflenmiş olmasından pek ziyâde memnun olmuştu. Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’nın ise sevinçten içi içine sığmıyordu. Onun kaç senedir geceler boyu yaşlı gözlerle Allâh’a yönelttiği duâlar, nihayet Hak katında makbul olmuş ve Ebû’l-Âs şirk bataklığından kurtulmuştu.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vakit geçirmeksizin Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı Ebû’l-Âs -radıyallâhu anh-’a tekrar nikâhladı. Böylece iki sevgilinin hayatı, İslâm üzere yeniden birleşmiş oldu. Zeyneb -radıyallâhu anhâ- çile ve hasretle dolu senelerin ardından tekrar mesud bir hayata nâil oldu. Sabır ve teslimiyetinin semeresini bu dünyadayken tatma saâdetine erdi.
Ancak Hicret’in sekizinci senesinde, Zeyneb -radıyallâhu anhâ- hastalandı. Bir müddet sonra da son nefesini teslim edip Rabbine kavuştu. Vefatına sebep olan bu hastalığın, hicret esnasındaki kaza sebebiyle açılan yaranın tesiriyle olduğu rivayet edilmiştir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu çilekeş ve sabır timsali kızını, bizzat kabre inerek kendi mübarek elleriyle defnetmiştir.
[1] Ebû Davud, Cihad, 131.
[2] Buhârî, Cihâd, 149; Ebû Dâvud, Cihad, 122.
[3] Araplar arasında bu şekilde hayır duâda bulunmak cehâlet devrinde de yaygındı. Nitekim onlar, Allâh’a iman ediyorlardı. Fakat putları Allâh’a ortak koşmak sapkınlığına batmışlardı.
[4] Esâsen, bu mallar, savaş hâlinde müşriklerden elde edilmiş mallar olmak hasebiyle Müslüman olmaya karar verdiği andan itibaren Ebû’l-Âs -radıyallâhu anh- için bir ganimet malı olarak helâldir. Ancak İbn Hişam’ın rivâyetine göre daha sonra Ebû’l-Âs’a bu mallara neden el koymadığı sorulduğunda o:
“-İslâm’a ilk girişimin, emânete hıyânet sûretinde olmasına gönlüm râzı olmadı.” cevabını vermiştir. (İbnü Hişam, a.g.e., c.1, sh. 659)
YORUMLAR