Namaz kılan kimse, namaza başlarken bir yabancı gibidir. Bu sebeple, 4. âyete kadar Cenâb-ı Hakk’ı gâib sıygasıyla (üçüncü şahıs, “o” diyerek) övmüştür. Bundan sonraki âyetteki hitabın “sen” şekline dönüşmesine bakınca, Rabbimiz, o kuluna âdeta şöyle hitap etmektedir:
“Bana hamd ettin. Benim Rab, Rahman, Rahîm ve din gününün sahibi bir ilâh olduğumu kabul ve ikrar ettin. Sen ne güzel kulsun! Aradaki perdeyi kaldırıp, uzaklığı yakınlıkla değiştirdik. O hâlde artık muhatab sıygasıyla konuş ve «Yalnız Sana ibâdet ederiz…» de!”
İşte kullukla Allâh’a yaklaşan, O’nu tanıyan, duâlarının karşılığını verebilecek yegâne mâbud olarak O’nu gören kul, Rabbinden dünya ve âhiret hayatı için en gerekli şeyleri niyaz eder. Zaten yapılan ibadetlerin hemen arkasından duâ yapmak, dînî bir vecibedir. Kulun, Allâh’a nasıl yalvaracağı, O’ndan neler isteyeceği de yine Rahman ve Rahîm olan Allah Teâlâ tarafından şöyle öğretilmiştir:
6-Bize dosdoğru yolu göster, bizi doğru yola hidâyet eyle!
İhdinâ: “Bizi hidâyet eyle, ilet.” mânâsına gelir. Hidâyet, Allah’tandır. O, dilediği kulunu hidâyete ulaştırır, dilediğini dalâlet üzere bırakır. Kul, hidâyete ermek için niyetini düzeltir, kendi iradesiyle tercihini yapar, o hidayete ermek ve hidâyet üzre yaşamak için elinden gelen bütün gayreti sarf eder. Fakat nihâî olarak hidâyete ulaştırmak, Allâh’ın iradesi, kudreti ve yaratması iledir.
Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde, insanların Allah’tan hidayet istemesi öğretildiği gibi, yine birçok âyet-i kerimede hidâyete ulaştıktan sonra “ayağının kaymaması ve dalâlete sürüklenmemek” için de Allah Teâlâ’dan niyazda bulunulması tâlim edilmiştir. Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın duâsı şöyledir:
“Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlih kullarının arasına kat.” (Yûsuf, 101)
Başka bir âyet-i kerimede de bütün Müslümanlara şu duâ öğretilmektedir:
“Rabbimiz! Bizi doğru yola (hidâyete) ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan Sensin.” (Âl-i İmrân, 8)
O hâlde kişi, hangi hâl ve makamda olursa olsun, mevcut durumuna güvenmemeli, hidâyete ulaşmak ve hidâyet üzere kalmak için dâima Rabbine sığınmalı ve O’ndan yardım istemelidir. Kur’ân-ı Kerîm, Bel’âm bin Baûra ve Kârûn gibi, hidâyet üzere yaşayıp da son anlarında İblis’in hilelerine kanıp dalâlet ve küfre yuvarlanan kimselerin hâllerinden haber verir.
Sırât: “Sırât” kelimesi, Arapça’da “yol” demektir. Ayrıca sırat, özel anlamıyla, cehennem çukurlarının üzerinden herkesin geçmeye mecbur olacağı, kıldan ince ve kılıçtan keskin, inişli, çıkışlı bir âhiret köprüsünü ifade etmek için de kullanılır.
Müstakîm: “Eğriliği ve sapması olmayan, dosdoğru” demektir.
Sırât-ı Müstakîm ise, eğriliği bulunmayan, Kur’ân-ı Kerim’in gösterdiği, bütün peygamberlerin işaret edip yaşadıkları, Allâh’a ulaştıran en doğru yol ve sapasağlam din, yani İslâm Dîni’dir. Peygamber Efendimiz’in örnek olarak yaşadığı dînî hayat ve temsil etmiş olduğu nebevî ahlâktır.
Sırât-ı müstakîm, ifrat ve tefritten uzak, yani uçlarda gezinmeden; vasat, îtidal ve sünnet üzere dîni yaşamak demektir. Bu dînî yaşayıştan uzaklaşmanın pek çok sebebi olabilir. Bunlar, kişinin nefsânî, hevâî arzuları, nefis ve şeytanın hileleri, çevre, arkadaş ve diğer din mensupları ve benzerleri gibi…
Sırât-ı müstakimin en büyük özelliği, Allah tarafından tanzim edilmiş, kulu, Allâh’a, O’nun râzı olacağı şekilde ulaştıran yegâne yoldur. Emrolunduğu gibi istikamet üzere yaşamaktır. Bu yoldan yüz çevirmek, insanı sapıklık ve küfre yöneltir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Onu takip edin (ona uyun), başka yolları takip etmeyin ki, sizi O’nun yolundan saptırıp parçalamasınlar.” (el-En’âm, 153)
Sırât-ı müstakimin bir târifi de, musibetlere sabretme ve belâ geldiğinde bırakıp kaçmayıp sebat etme hususunda peygamberlere uymaktır.
7-Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!.. (Âmin.)
Kendilerine nîmet verilmiş kimseler: Bu hususta farklı görüşler olmasına rağmen, tefsircilerin çoğu, aşağıdaki âyet-i kerimeye işaret ederek bunların peygamber, sıddîk, şehid ve sâlihlerin yolu olduğunu ifade etmişlerdir:
“Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, işte onlar Allâh’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve sâlihlerle beraberdir. Onlar, ne iyi, ne güzel arkadaştırlar.” (en-Nisâ, 69)
“Nîmet”, insanın maddî-mânevî lezzet aldığı, ihtiyacını giderdiği, her türlü faydalı şey ve ondan savuşturulan her türlü zarardır. Bu mânâda dünyevî imkânlar birer nimet olduğu gibi, istikâmet üzere olmak, peygamberlerin ve ilâhî kitapların gönderilmesi, ibadetin tadını almak, sünnete ittibâ, takvâ, îman ve hidâyette sebât, günahlardan uzak durmak, hilm ve re’fet (yumuşaklık), kalp temizliği ve yakîn ile mârifet nûru hep birer nimettir.
Allah’tan kula giden yol, her yönüyle emniyetli bir yoldur. Allah bu yolu mârifet ve muhabbetine götüren nurlarla aydınlatmıştır. Kuldan Cenâb-ı Hakk’a giden yol ise, şeytanın ve nefsin tuzakları ile doludur. Bu yolda nice kafilelerin yolu kesilmiş, niceleri hidayetten dalâlete sapmıştır. Tarih bunun pek çok misali ile doludur. İşte âyet-i kerimede kastedilen ikinci grup, hidâyeti kaybedip Allâh’ın gazabına uğrayan ve dalâlete sürüklenen bu taifedir.
Gazaba uğrayanlar: “Gazap”, şiddet ve katılık demektir. Sözlükteki asıl mânâsı ise, insanın intikam duygusu sırasında nefsinin galeyana gelmesidir. Allah Teâlâ, bu mânâda nefisten ve nefsinin galeyana gelmesinden münezzeh olduğu için, “gazab” kelimesinin âyet-i kerimedeki mânâsı, rızâ ve hoşnutluğundan mahrum etmektirç
Dalâlete sapanlar: “ed-Dalâl” kelimesi ise, bilerek veya farkında olmadan orta yoldan ayrılmaktır.
Müfessirlerin çoğu, burada kastedilen “gazaba uğramış kimseler”in Yahudiler; “dalâlete sapanlar”ın da Hıristiyanlar olduğunu kabul etmiştir. (Bkz: Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 1-2) Çünkü peygamberlerine muhalefet edip onları öldüren, Allâh’ın kitabı olan Tevrat’ı tahrif edip hak ile bâtılı karıştırmaya çalışan, küfürlerinde inatçı olan Yahudiler hakkında başka âyet-i kerîmeler, onların “gazaba uğratıldığını” ifade etmektedir. (Bkz: el-Bakara, 61; el-Fetih, 6)
Hırıstiyanlar ise, Hazret-i Îsa’ya “Allâh’ın oğlu” demek suretiyle “teslis: üç ilâh”a inanmış ve doğru yoldan sapmışlardır.
Buradaki gazaba uğrayanların, “müşrikler” ve “âsîler”, sapıtanların ise “münâfıklar” ve “câhiller” olduğu da rivâyet edilmiştir.
Âmin: Bu kelime, “Kabul et!” mânâsında bir isim-fiildir. Bu kelimenin Kur’ân-ı Kerim’den olmadığı hususunda ittifak vardır. Fâtiha’nın tamamlanmasından sonra bu kelimeyi söylemek, sünnettir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“İmam, «veladdâllîn» deyince «Âmin» deyin. Çünkü melekler de bunu söyler. Kimin «Âmin» demesi, meleklerin «Âmin» demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Tefsîr, 2; Müslim, Salât, 72)
YORUMLAR