Bazen hayatın stresi nefes aldırmaz olunca, soluğu, yüksek ruhların mekânında alırım. Sâlihlerle bir arada olmanın verdiği huzurdan, rûhun üzerindeki müspet tesirlerinden faydalanıp biraz rûhumun gıdalanmasını isterim. Kimi zaman Azîz Mahmud Hüdâyî Dergâhı’nı, kimi zaman Yahya Efendi Dergâhı’nı, kimi zaman büyük sahabî Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesini, kimi zaman da daha başka büyük zâtların kabirlerini ziyaret ederim. Bu büyük ruhların bedenlerinin öldüğünü, ruhlarının ölesi olmadığını bilmek, selâmımı alacaklarını hissetmek, her zaman huzurlarında heyecanlanmama sebep olur.
Biraz sükûnet adına soluğu Eyüp Câmii’nde aldım. Ne kalabalık ama… Avlu dolmuş… Gelinler, damatlar, gelinin damadın akrabaları; sünnet çocukları, anne ve babaları, transparan tüllü gelinlik elbiseli, boyalı küçük kızlar geçidi var etrafta, sünnet çocuklarının kız kardeşleri… Küçük kızlara açık-saçık gelinlik giydirme, yaşından büyük kıyafetlere sokma huyumuz hâlâ devam ediyor. Küçük küçüklüğünü bilecek kıyafetler giyse, daha güzel olmaz mı? Bir de makyajlılar… Pırıl pırıl ciltleri, allı morlu boyanmış. 14-16 yaşlarında, salon kıyafetleri ile ortalıkta dolaşan, büyük görünmek için ellerinden gelen her gayreti gösteren giyim kuşamları ve makyajları ile bir fabrikadan çıkmışa benzer genç kızları unutmamalı… Onlar da hayatlarından pek memnunlar hani! Neden olmasınlar ki; değer adına körpe beyinlere ne yüklersek, onu güzel bilecekler. Bir de bu davranışlar, toplumun çoğunluğu tarafından sorgulanmadan taklit edilince gelenekmiş gibi algılanıveriyor.
Erkek çocuklarının gözleri sünnet kıyâfetli hemcinslerinde; imrenerek bakıyorlar. Çocuklar, Eyüp Sultan’ın kabri başında ellerinde asâları, sırtlarında pelerinleri ile sanki geçit törenindeler… Herkes türbeye girme gayreti içinde… Gerçi büyüklerin kabirlerini ziyaret etmek, rûhâniyetlerinden hissedar olmak çok güzel de; işin mânevî boyutu, maddenin çirkin yüzü ile karışıp, dostlar alışverişte görsün mantığına bürününce:
“−Şimdi, bunlar burada ne yapıyorlar?!” demeden duramıyor insan…
Kalabalıktan nefes alamadım, ziyaretimi sonraya bırakıp câmiye girdim. Câmi çıkışı değişen hiçbir şey yok. Sadece gelinler, damatlar, sünnet çocukları değişmiş. Salona gidecekleri belli düğün sahiplerine, tüllü gelinlik giyen makyajlı küçük kızlara dair değişen hiçbir şey yok… Cemaatten bazıları avluya oturmuş, bu renkli tabloyu seyrediyorlar. Düğün mevsimi, sünnet mevsimi gelmiş belli ki…
Konya’da benim çocukluğumda, gelinlikli kız, aslâ sokakta-çarşıda kimseye gösterilmezdi. Gelinlikle sadece mahremi erkeklere ve hanımlara görünürdü. Gelin kızımız, baba ocağından çıkarken de sokak kapısının iki tarafına erkekler tarafından battaniyeler, örtüler çekilir ve düğün arabasına binerken kimseler gelini, gelinliği ile göremezdi. Bazı hâllerin mahremiyeti vardı, özeldi, kamu ile paylaşılmazdı. Bunlardan biri de gelinlik giymiş kızlarımızdı; kaldı ki, milletin içinde dolaştırılsınlar, Mevlânâ Türbesi’ne götürülsünler; olmayacak şeydi!.. Nikâhtan sonra eşi ile birlikte normal kıyafeti ile gider, kimse de onun gelin olduğunu bilmezdi. Bilmek zorunda da değillerdi.
Yıllar ne çok şeyi değiştirdi. Her on yılda, toplumlar, büyük değişimler geçirirlermiş. Düğünlerimizin mâhiyeti, eğlence biçimlerimiz, yöresel kıyafetlerimiz, süslenmemiz, her şey değişmiş. Değişim, her zaman kötü değildir, lâkin kaybettiğimiz değerlerin yerine koyduklarımızın içi o kadar boş ve ruhsuz ki, insan üzülmeden edemiyor.
Sünnetlerimiz de, düğünlerimiz de değişti. İkram ve eğlence, geçmişte de vardı, ama mâhiyetleri çok farklı idi. Konu-komşuyu, akrabayı düğün vesîlesi ile dâvet edip, bir araya getirip yemek yedirmek; kadınlar ve erkeklerin kendi aralarında eğlenebilecekleri eğlenceler tertip etmek, zaten sünnet olduğu için teşvik edilirdi düğünlerde...
Rekabetten çok uzak, herkes gücü nispetinde misafirlerini ağırlardı. Yemek veremeyen, câmilerde mevlüt okutur, misafirlerine ballı süt ikram ederdi. Zaten o da sünnet değil mi idi? İyi günü de, kötü günü de dostlar ile bir arada geçirebilme gayreti idi zaten önemli olan...
Kına geceleri de vardı, türbe ziyaretleri de… Bu ziyaretler, gayet sâde kıyafetler ile gerçekten mânen hissedar olmak için yapılan ziyaretlerdi. Herkes, gittiği sünnette, düğünde gücü nisbetinde hediye verir, kimsenin taktığı altın, aldığı hediye, bir mikrofon eşliğinde cemî cümleye îlân edilmezdi. Milletin içinde hediye vermeye de utanırdık. Kalabalıkların karşısında dikilip takı takılmasını tevâzû ve utanma duygumuzdan olsa gerek, aslâ istemezdik. Sünnet çocuğunun yastık başına takılan altınlar, paralar sergilenmez, getirilen hediyeler yatağın etrafına dizilmezdi. Görgüsüzlük olarak kabul edilirdi. Kim bilir belki de sünnetinde kendisine hiçbir şey takılmayan çocuklar bakıp da incinmesinler diye yapılmazdı bu tür sergiler…
Sünnet ve düğünlerimiz vakarlı, duâlar ve iyi niyet dilekleri içinde geçer, güzel bir hâtıra olarak kalırdı. Şarkıcı, türkücü tutulmaz; etrafa para saçılmaz; ifrat ve tefritten uzak olunur; kibirli ve gururluların, israf edenlerin, övünenlerin Allah tarafından sevilmediği bilinirdi. Ne büsbütün cimri olunur, ne de büsbütün israf yapılırdı.
Kına gecelerinde hanımlar, kendileri çalar, kendileri söylerlerdi. Ne güzel tahta kaşıklarla oynardı halamın gelinleri... Bir de “püskürüm sekmek” diye tâbir edilen bir oyun oynarlardı ki, oynayanları seyrederken, herkesin gülmekten gözünden yaş gelirdi. Yöresel kıyafetler kabul görür, yemeniler, süslü işlemeli şalvarlar pek beğenilirdi. Tamamen bizim kültürümüzdü eğlencelerimiz… Konu-komşu, yüksek sesli müzik âletleri çalınmadığı için rahatsız da edilmezdi. Eğlenmenin de bir edebi olurdu.
Büyüklerimizin bir sözü vardı:
“Kadın kısmına gökte düğün var deyin; göğe merdiven kurarlar.”
Bu sözü, çok doğru buluyorum. Kadınlar, sadece düğünlere gitmekle kalmaz, düğünlerde yapılması gerekli olanları da daha çok kadınlar belirler, düğünün mâhiyeti onlardan sorulur. Düğünlerde, dâvetlerde en önemli merkez hanımlardır. Hemen hemen tüm değişimi, onların üzerinde görürüz.
Erkekler, daha çok eşlerinin dediklerini yerine getirirler.
“−Şu münasip; şu alınmalı; elden geri kalınmamalı!..”
Bu hususları, en çok hanımlar düşünür. Erkekler için bu tür şatafatlar pek önem arz etmez. Kadınlar görür, inceler, gerekeni tespit eder ve uygularlar. Bu durumun iyi olduğu taraflar da var muhakkak... Geleneklerin, kültürün devamı, gelecek nesillere taşınması açısından kadınlar, gerçekten gönüllü kültür elçileri… Kötü tarafı da var ki; yozlaşmalarda da başı çekebiliyoruz. Enteresan hırslarımız, rekabetlerimiz olabiliyor. Kimsede görülmemiş bir düğün istiyoruz; gereksiz masraflar yüzünden borca girmemek gerektiğini düşünemeyebiliyoruz.
Sâdeliğimizi, nezâketimizi, geleneklerimizi, dinimizin bu husustaki hassasiyetini geri plana atmış görünüyoruz. Tüketim toplumu olmaktan nasibimizi hepimiz aldık. Tükettikçe mutlu olduğunu zanneden bir toplum olduk. Psikolojimizin, tükettikçe daha iyi olacağını zannettik, ama daha mutsuz insanlar olduk. Çünkü az ile yetinip, küçük şeylerle mutlu olmasını unuttuk. Beklentilerimiz büyüdükçe, mutsuzluğumuz da büyüdü, kocaman oldu.
“İstanbul Fetvâ”da, fetvâ nöbetinde iken, adamcağızın birinin telefonundan çok etkilenmiştim.
“−Bir kız evlendirdim, ama borç batağına saplandım!..” demişti.
Hanım:
“−Şunu da yapmalıyız, bunu da almalıyız, şu münasip, ben kızımı dul kadın gibi evlendiremem!..” deyip, ağladı durdu.
Kızım da annesi ile birlik olup:
“−Benim de murâdım var babacığım, bir kez evleneceğim; hiçbir arzum kalsın istemiyorum!..” deyince; bana da onları üzmemek için dediklerini yapmak düştü. Sonunda perişan oldum kardeşim!” diye dertleniyordu.
Bana, eşinin:
“−Âdettir, kesinlikle yapılması lâzım!..” dediği bir şeyin, gerçekten dînî bir dayanağı olup olmadığını sormuştu. Dînî bir dayanağı olmadığı kesindi, kesin olmasına da; toplumun dayatmalarını “dîn”miş gibi kabul etmiştik ya, işte bu, her şeyden daha kötü idi.
“−Ayıplarlarmış!..” diyordu adamcağız.
“−Kimler ayıplarmış?” deyince de:
“−Konu-komşu, akrabalar!..” deyivermişti.
Ayıplanmak… İnsan ne yapınca ayıplanır ki?
Dinimiz, insanların hiçbir durumda kınanmamalarını emrederken, nasıl oluyordu da ayıplıyorduk birbirimizi?
“Kişinin kınadığı şey, başına gelemeden ölmeyeceğini” bildiren hadîs-i şerîflerimiz varken nasıl kınardık birbirimizi…
Hucurât Sûresi, 11. âyette; “Ey îmân edenler! Bir topluluk, bir başka toplulukla alay etmesin; olur ki, onlar, kendilerinden daha hayırlı olabilirler. Birtakım kadınlar da başka kadınlar ile alay etmesinler! Belki onlar da kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendinizi de ayıplamayın ve birbirinizi kötü lakaplar ile çağırmayın! Îmandan sonra fâsıklık ismi ne kötüdür! Artık kim (bu kötü amelinden vazgeçerek) tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir!” buyuruluyorken; zâlim olarak vasıflanan bir işi, neden yapar ki insan?
Dînimiz İslâm; ama yaşadığımız hangi İslâm! Korktuğumuz, çekindiğimiz Allah Teâlâ mı, yoksa toplumun Allâh’ın emirlerine muhâlif kabulleri mi? “Toplum dîni” mi yaşıyoruz?! Bunları uzun süre acı acı düşünmüştüm.
Hanımlar olarak, bu hususlarda neden zayıfız ve neden bilinçsizce insanları taklit edip de, eleştirilerden, kınanmaktan kurtulmak adına insafsızca masraflara sebep oluruz acaba?
Bu mesele, “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı ile halledilemez, ciddi bir eğitime muhtacız hepimiz… Su başında olsak dahî, suyu bol harcayarak abdest almamıza izin vermeyen bir dînin mensubu olarak, daha hassas olmamız gerekli ki, takvâ, tam da bu noktadadır!..
Eyüp Câmii avlusunda, geçen yıl kardeşlerimle yaşadığımız hâtıraları da düşündüm. Aynı sofraya oturmuş, aynı çorbayı kaşıklamış biz kardeşler, zamanla Türkiye’nin dört bir yanına dağıldık.
Yeğenlerimin sünnet merâsimleri hepimizin bir araya gelmesine vesîle olmuştu. Anne ve baba tarafımızdan birçok akrabamızı da bir arada görmek nasip olmuştu. Ölenler, evlenenler, çocuğu olanlar, askere gidenler…
Hayat, her an hareket hâlinde, her an değişim, dönüşüm hâlinde… Birbirimizin derdi ile dertlenmiş, sevinci ile neşelenmiştik. Hepimiz için büyük bir moral, büyük bir terapi olmuştu bu birliktelik... Senede sadece bir ay olan tatil denilen bu çalışma molası vesilesi ile sıla-i rahim gerçekleşivermişti. Eskiyi yâd etmiştik. Çocuklarımız, bizim nasıl çocukluk yaşadığımızı, teyzelerinden dayılarından öğrenmişlerdi. Nasıl oyunlar oynadığımızı, nasıl kavgalar ettiğimizi, nasıl birbirimizi koruduğumuzu, nasıl “bir elin nesi var, iki elin sesi var”ı bir arada yaşayarak öğrendiğimizi bizlerden dinlemişlerdi.
Gönlümüzün ve ruhumuzun beslendiği güzel bir tatil geçirmiştik. Kardeşlerimizin çözülemeyen ebeveyn-çocuk problemlerine “nöbetçi mahkemevârî” âcil çözümler üreterek, birbirimizin çocuğuna şefaatçi olmuştuk. Birbirimizle hayat tecrübelerimizi paylaşmış, sanki anne ve babalarından habersizmişiz gibi yeğenlerimizle dertleşmiş ve problemlerini anlayıp, gizlice kardeşlerimizle çareler düşünmüştük.
Beyin, ne çok şeyi bir anda düşünebiliyor, hayret!.. Eve dönme vakti gelmiş de geçmiş bile… Yol boyu, bu yılki tatilimizi de düşündüm.
Sadece nefsimizin dinlendirilip şımartıldığı bir tatilden çok, rûhumuz ve gönlümüzün aydınlanıp olgunlaştığı, akrabalarımızla birlikte vasıflı vakit geçirmenin ne kadar da önemli olduğunu kızıma anlatmam gerekiyor. Kızımla, toplumun tatil kabulünü reddedip, sünnete uygun tatil nasıl olmalı, muhakkak konuşmamız lâzım…
YORUMLAR