Ey Kız Anneleri!.. Sahi Bize Ne Oldu?

“-Eşim evliliğimizin ilk günlerindeki gibi değil, bana karşı çok mesafeli, beni anlamıyor, benimle ilgilenmiyor.

«-Dışarı çıkalım biraz nefes alalım, bir kez de dışarıda yemek yiyelim, nişanlılığımızdaki gibi…» diyorum;

«-Bütçemizi düşünmemiz lâzım.» diyor. «Annen seni dışarıda mı doğurdu, bu nedir böyle, bir türlü evin içinde duramıyorsun, iki de bir dışarı çıkalım diye tutturuyorsun.»

 Eve gelince suratı hep asık…

«-Neyin var, anlat bana.» diyorum; anlatmıyor. Dün gece:

«-Bu böyle olmaz, bizim oturup geleceğimizi, dertlerimizi konuşmamız lâzım.» dedim.

«-Bizim ne sorunumuz varmış?!» dedi, çıktı.

Daha problemlerimizden haberi yok. Benimle eskisi gibi konuşmuyor. Ben konuşmaya başlayınca da:

«-Allah aşkına, âile dedikodularını, arkadaş laf-sözlerini döküp devirme, bana huzur ver.» diyor.

Hiç derdimi onunla paylaşamayacak mıyım?

«-Annemlere oturmaya gidelim.» diyorum:

«-Daha dün gitmedik mi?» diyor.

Ama kendi annesi olsa, her gün orada olsak “gık”ını çıkarmıyor. Bana sormadan kardeşine borç vermiş, düşünebiliyor musun?

«-Ben kimim de bana danışmıyorsun?» dedim. Bana:

«-Ben kazanıyorum, sana mı danışacaktım; seni aç, açıkta mı bıraktım da kardeşime verdiğim borcun hesabını soruyorsun?» deyiverdi. Ben de verdim eline yastığı yorganı:

«-Git salonda yat. Aklın başına geldikten sonra yanıma gelirsin.» dedim. Üç gündür salonda yatıyor.”

* * *

Bir yıllık evli, mutsuz kızının keder ve incinmişlik yüklü gözyaşları içinde anlattığı dertlerini dinleyen anne küplere biner:

“-Nasıl söyler, «Sen karışamazsın!» diye, sen onun karısı isen tabiî ki sana danışmadan hiçbir şey yapamaz. Tabiî ki karışırsın. Siz evlenirken ne iyiliklerini gördünüz ki onun kardeşine yardım edesiniz. Hem neden seninle ilgilenmiyor? Sen üniversitede okurken arkadaşlarınla gezer tozardın, o seni o hâlinle kabul etti. Şimdi «Seni annen sokakta mı doğurdu?» da ne demek, bu ne büyük edepsizlik... İyi etmişsin yataktan atmakla, biraz akıllansın. Ben de seni göndermiyorum, haydi bakalım ne yapacak. Önce benden bir özür dilesin. Ver şu telefonu gör ben neler yapıyorum.”

Genç gelin, biraz korkar, biraz cesaretlenir. Birden gözünün önünden eşi geçer, hâlâ sevmektedir eşini, ama doğrusu biraz ayar verilse, akıllansa iyi olur diye düşünür. Telefonu annesine verirken köşeden anneanne seslenir:

“-Her gün kocandan erken uyanıyor musun evlâdım? Her akşam kocan eve gelmeden yemeği hazır ediyor musun? Her nereye gidersen kocana danışıyor musun? Eve kocandan önce giriyor musun? Kocana kapıyı her gün, her ne olursa olsun güler yüzle açıyor musun? Kocan üzerini değişene kadar sofrayı hazır ediyor musun? Peşinden kahve isteyip istemediğini soruyor musun? O senden istemeden çayın altını yakıyor musun? Dizi izliyor musun? Dizi izlerken eşine nasıl davranıyorsun? Her gün eşin kapıdan içeri girerken, yüzüne mi bakıyorsun, eline mi bakıyorsun? Eşinin uykusu gelince sen de onunla kalkıyor musun, yoksa televizyon başında dizinin bitmesini mi bekliyorsun? Her sabah kahvaltısını hazırlayıp, güler yüzle duâlar ederek uğurluyor musun? Eşinin kıyafetlerini zamanında o sana söylemeden ütüleyip hazır ediyor musun? Kocana karşı vazifelerini aksatmadan yapıyor musun?”

Anneannenin sözleri üzerine, yeni gelin şaşkın şaşkın bakarken, biricik annesi imdadına yetişir:

“-Ne demek istiyorsun anne, benim kızım, kocasının kölesi mi?”

Anneanne sözlerine devam eder:

“-İş yerinde patronun kızacak diye, daha o söylemeden her dediğini yapıyor musun? Yeri gelip arkadaşlarının içinde yaptığın işi beğenmeyip seni azarladığı zaman, ona ne cevap veriyorsun? Onu da bürosundan dışarıya atıyor musun, yoksa «Aman işten çıkarmasın!» diye sessiz mi kalıyorsun?! Onun olur olmaz yap dediklerini yaparken kimsenin kölesi değilim diye işten çıkmayı hiç düşündün mü?”

Bu kez ana-kız, ikisi de sessiz kaldılar. Çünkü taze gelin, evlenmeden önce çalışıyordu ve patronu, her yaptığını burnundan getirdiği hâlde işsiz kalma korkusu ile istifasını bir türlü verememişti. En sonunda patronları yoğun kadro, yetersiz performans göstermesini bahane ederek onu işten çıkarmıştı. Kızımız, hâlâ yana yakıla iş arıyordu, ama daha bulamamıştı.

Anneanne yine seslendi:

“-Allah Teâlâ nazarında şu anda sen, en çok kime karşı sorumlusun? Senin üzerinde kocanın hakları neler?”

Taze gelin:

“-Stresten olsa gerek, çok geç uyuduğum için sabahları erken kalkamıyorum; o giyinip çıkıyor, iş yerinde kahvaltı ediyor. Evde oturup durmaktan akşama kadar canım sıkılıyor. Kayınvâlidemlerin gün toplantıları, akraba toplantıları hiç bana uygun değil; giyinip, süslenip onlara hizmet etmekten başka bir şey yapmıyorum. Ben böyle bir hayat için mi okudum? Konuştukları konular o kadar basit ki; ben onların seviyesine inemiyorum. Arkadaşlarıma takılıyorum, onları işyerlerinde ziyaret ediyorum, onlarla bir kafede buluşuyoruz, oturup sohbet ediyoruz. Böylece ufûnetim dağılıyor, bazen eve geç geldiğim oluyor. Arkadaşlar bana uğruyorlar, onlar eşimin gelme saatine yakın çıktıkları için yemeği yetiştiremediğim oluyor. Ne bulduysak yiyoruz, eşim böyle şeylere kızmaz da karışmaz da…”

Anneanne sinirlenir:

“-Sen öyle zannet… İş yerinin stresi, patronunun çıkardığı krizlere rağmen sana bunların hiç birini hissettirmemeye çalışan kocan, senin bu vurdumduymazlığından etkilenmiyor mudur? Senin ondan sonra uyumandan, ondan sonra uyanmandan, dizilere takılıp onu ihmal etmenden, saatlerce telefonda arkadaşlarınla konuşmandan etkilenmiyor mudur? Senin bu ilgisiz ve boş vermiş hâllerinden dolayı; «Derdimiz çok büyük, konuşmamız lâzım!» demedi mi hiç? Ben olsam derdim. Annene sor bakayım: «Kocasına kızıp onu hiç yataktan atmış mı? Kocası onu her hafta yemeğe götürür müymüş? Hiç kocasından geç eve girmiş mi?»”

Kendisini çok seven anneannesinin bu sözleri karşısında şaşkına dönen taze gelin:

“-Eşim bunların hiçbirini bana söylemedi.” demekle yetinirken anne hanım, annesine pek sert çıkar:

“-Neden kızın aklını karıştırıyorsun. Şimdiki zaman, senin zamanınla aynı mı? Her şey çok değişti, çok... Bizim evliliğimiz öyleydi, şimdiki evlilikler başka… Benim kocam, ilk evlendiğimiz gün benden isteklerini tek tek söylemiş: «Bunlara dikkat edersen memnun olurum.» demişti. Titiz adamdı. Ona bir şey söyletmeden yapılacak her şeyi yaptım, ne diye aramızda problem çıksın. O beni üzmedi ki, ben onu yataktan kovayım. Benim kocamla kızımın kocası bir mi?”

Anneanne sözü yine aldı:

“-Çünkü sen de onu üzmemek için elinden geleni yaptın. Neden bunları kızına anlatmıyorsun da yangına körükle gidiyorsun? Kızın üniversitede okurken onu evde iş yapmaya alıştırmadın, arkadaşları ile gönlünce dışarı çıktı, hiç sesini çıkarmadın. Şimdi kızına ev hanımlığı zor geliyor; kendini hâlâ evli gibi değil de bekâr biri gibi zannediyor. Arkadaşlarının işyerlerinde senin ne işin var, kızım? Evlilik sokaklarda yaşanmaz, insan evinde mutlu olamıyor da canı sıkılıp duruyorsa, ona sokaklar mutluluk vermez. Ayrıca kardeş demek, sıla-i rahim demek… Kişi ilk olarak en yakın akrabasının derdine derman olacak. Kocan sana söylemiş, «Seni sıkıntıya sokmamak için bütün tedbirlerimi aldım, sen üzülme!» demiş, sen neden uzatıp da efelik taslıyorsun. Annene sor bakalım, baban, kardeşlerini okuturken annene danışmış mı? Evde erkek tektir yavrum; bir çöplükte iki horoz ötmez. İstişâre edilir, ama son söz kocanındır. Biz böyle öğrendik, «Allâh’ın emri bu!» dediler bize… Dindar, iffetli, itaatkâr kadınlar olmamız için anne ve babalarımız gayret ettiler.”

Kızını ziyarete gelen yetmişli yaşlardaki güngörmüş anneanne, sinirlenip ayağa kalktı:

“-Evet, zaman aynı zaman değil. Biz sizler gibi okumadık. Bizim hayatta maksadımız; iyi bir yuva kurmak, vazifelerimizi yerine getirip, cennet bahçesi hânelerde, edepli, çalışkan, hayırlı evlatlar yetiştirmekti. Bize Allâh’ın emirleri öğretildi. Bizim kulağımıza:

«Erkekler kadınlar üzerinde yönetici (kavvâm)dırlar. Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kılmıştır; çünkü erkekler (kadınlara) mallarından harcamaktadırlar… İyi kadınlar; gönülden boyun eğenler ve Allâh’ın korunmasını emrettiğini kocasının bulunmadığı zamanlarda koruyanlardır...” (en-Nisâ, 4/34) âyeti küpe edildi. Biz, kocamızla yarış yapmadık, itaat ettik. Bunu bir eksiklik gibi görmedik.”

Evlâdım, biz evliliği, birisinin sırtına binip de kendi bencilliğimizle sadece kendi menfaatimizin düşünüleceği yer olarak görmedik. Reçelimizi, turşumuzu, ekmeğimizi, kurutmalıklarımızı kendimiz yaptık; dışarıda çalışmadık belki, ama evimizin bütçesine katkıda bulunmak için her şeyi yaptık. Eşimizin, çocuklarımızın çorabını, kazağını kendimiz ördük. Dikiş öğrendik, hazır giydirmedik; çocuklarımızın elbiselerini biz diktik. Bizim zamanımızda kızlar dikiş, nakış vb. kurslara giderlerdi, evlerinin dekorasyonundan çocuklarının bakım, giyim, eğitiminden bizler sorumlu idik. Anaokuluna göndermezdik çocuklarımızı… Bizlerle iş yapar, getirir, götürür, hem öğrenir, hem de eğlenirlerdi.

Canımızın sıkılmasına zaman kalmazdı; tarhana yapacağız, salça yapacağız, erişte keseceğiz, çorbalık dökeceğiz, küçücük bahçemize domates, biber, salatalık ekip onlarla ilgileneceğiz. Buğdayımızı kendimiz alıp, kaynatıp, değirmende öğüttürüp ekmeğimizi yapacağız diye uğraşırdık. Namazlarımızı kılabildik mi, her gün bir sayfa Kur’ân okuyabildik mi, hâlimize şükrederdik. Tellerde çamaşır hiç eksik olmazdı. Annenlerin bezleri, çamaşırları kaynatılacak, yıkanacak kolay mı? Karı-koca ikimiz de Allâh’ın emri ve rızâsı doğrultusunda evlendiğimiz için, sevgiyi, saygıyı, hizmeti, eşimiz ve evlâtlarımız için fedakârlığı kutsal bir vazife kabul ettik. Karı-koca, ne çok resmî, ne de çok lâubâlî olduk. Her işimiz ölçü ile idi, o sebepten incinmedik, incitmedik. Kalk kızım, kalk! Önce Kur’ân senden nasıl bir hanım olmanı istemişse onu öğren; adam gibi kocana hanımlık yap, ondan sonra tekrar gel, konuşalım.”

Bu sözlerden sonra anneanne, kızının evinde oturmaktan vazgeçip çıktı gitti. Ana-kız ne yaptılar bilinmez de; üniversite görmemiş anneannenin evliliğini yürütmekteki bu başarısı, irâdesi ve sözleri, bizleri can evimizden vurdu.

* * *

Zaman değişti, artık şimdi ninelerimizin zamanı değil. “Değişmeyen tek şey değişimdir.” diye büyük bir sosyolojik gerçeklik var elimizde... Bütün bunlar güzel de Kur’ân âyetleri için geçerli doğruluklar değiller. İnsanın fıtratını en iyi bilen Cenâb-ı Hak, âyetleri ile kadına da, erkeğe de rollerini vermiş, vazife ve sorumluluklarını yüklemiş. Artık zaman değişti, şimdiki zaman bunu gerektiriyor demek, Allâh’ın âyetlerine hakarettir, en azından bunlardan haberdar olmamaktır. Böyle bir durumda olsa olsa erkek ya da kadın, kendi fıtratını bozdu, kendine yabancılaştı denilebilir.

Geçmişte ninelerimiz, annelerimiz; kocalarına Allâh’ın emri diyerek itaat ettiler. Çağdaş âlimler, onlara ezilmiş kadın gözü ile bakıp pek bir horladılar. Geleneklerin mâmulü, örfün elinde kukla olarak görüldüler, adları (!) bile yoktu, insan neslinin içinde!.. Onlar haklarını ara(ya)mayan, câhil varlıklardı. Kadın neslinin kurtarılması lâzımdı. Büyük büyük adamlar çok uğraştılar. Batıda bu iş başarılmış, kadın kurtarılmıştı(!)…

Sırada bizim geleneksel, câhil kadınlarımızı modern etme projemiz vardı. Hakkını arayan, geleneklere, dînin ya da örfün zorlamalarına boyun eğmeyen modern kadınlar (!) ortaya çıkarılacaktı!..

Televizyonlar, gazeteler, dergiler, kadının adını bulmaya çalışan sözüm ona çağdaş kadınlar, erkekler; “zavallı kadın”a yeni roller, ödevler, sorumluluklar öğrettiler. Cahil (!) kadınlara; “Hakkınızı arayın, okuyun, çalışın, kocalarınıza köle olmayın!..” denildi, beyinlerine çivi ile kazındı. Allâh’a, kocasına itaat etmesi hor görülen kadınlar, modaya, markaya, patronlarına, kendi benliklerine kul-köle oldular. İşi, gücü, kariyeri, evi, arabası vb. dünyalıkları olan bu hatunlar; yalnız, mutsuz, depresif varlıklar olup çıktılar. Kocaları ezmedi onları belki, ama modern hayatın çarkları önce bedenlerini, sonra ruhlarını örseledi. Şu anda kadın, adını buldu mu bilmem de kendini bulamıyor.

Modern kadının yeri neresi? Evi mi? Hayır!.. Çalışan hanımlar, okuyan genç kızlar

“-Biz ev kızı ya da ev hanımı değiliz!..” diyerek bunu reddediyorlar.

Evde bir hafta dışarı çıkmadan duramıyor, sıkılıyor, daralıyor, ne evine, ne kabına sığıyorlar. Peki, kadının yeri, dışarısı mı, işyerleri, holdingler vb. yerler mi? O da değil. Erkekler arası rekabete baştan yenik başladılar, dişiliklerini kullanmalılar ki yer edinsinler. Zira iş kabiliyete kalırsa, meydanda çok yiğit var.

Çalışma hayatı kadını kadınlıktan çıkardı. Direksiyon başında küfreden, zorlu bir iş gününden sonra eğlence yerinde nefes almaya çalışan, fıtratına uymayan kıyasıya rekabet ile bunalmış zavallılar olup çıktılar. İkiye bölündüler, iş hayatında ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, evliliklerinde aynı başarıyı gösteremediler. Fıtrat olarak tek başınalığa uygun olmadıkları için de mutsuz, depresif, kendine yabancılaşan varlıklar oldular. Ne yapıp ettiler, bunu başardılar. Bir yüz yılın içinde sadece kadın cinsini özünden söküp attılar.

Âyetler çağlar üstüdür, aslâ tedâvülden kalkacak kaideler değildir. Toplumun da, fertlerin de menfaati, âyetlere sımsıkı sarılmakla mümkündür. Kur’ân’ın işaret ettiği kadına dönmedikçe, kadın neslinin adı da, özü de yok olup gidecek!.. Parçalanmış, arasatta kalmış kadınlar topluluğu olup çıkacağız. Ellerimizden Kur’ân’ın tutması elzem... Hem de çok elzem. Tutsun elimizden yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimiz, yüce Kelâmullah… Bize sımsıkı sarılıp bırakmasınlar ki, biz kendimizi bırakmışız…

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle