Geçen ayki yazımız, siz sevgili okuyucularımız tarafından çok ilgi ve takdir gördü. Bu vesîle ile birçok teşekkür e-mail ve mesajları aldım. Birçok okuyucumuz da telefonla ulaştı. Dertlerini anlattılar, ortak mesaj ise şöyleydi:
“Yazınızda anlattıklarınız az bile… İlk defa birisi, kanayan yaramızı gördü. Bize el uzattı, çok teşekkür ederiz. Biz hatalarımızı fark ettik. Düzeltmek için elimizden geleni yapacağız. Ama siz de evlâtlarımıza nasihatvârî bir yazı yazsanız; bu yazı, belki kurtuluşlarına vesile olur!”
Bazıları bu duygu ve düşüncelerini gözyaşı dökerek açıkça dillendirdi. Bu sebeple bu ayki yazımızı kaleme alma ihtiyacı hâsıl oldu.
* * *
22 yıllık eğitimcilik hayatımda müşâhede ettiğim kadarıyla, karşılaştığımız talebelerimiz iki kısma ayrılır:
Birinci grup, çok istekli, İslâm’ı aşkla yaşamak için gözyaşı döken, hattâ bu uğurda her çileyi göze alan talebelerimiz… Elhamdülillah ki, bu grup, bizim kurumlarımızda çoğunluktadır. Yurt dışından gelenlerin yüzde doksanının âilesinin İslâmî bir bilgisi olmamasına, ezân sesleri altında büyümemelerine, İslâm terbiyesi altında yetişmemelerine rağmen bu gençlerimiz, her türlü zorluğa, imtihana, hattâ eziyete rağmen İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için canlarından bile vazgeçecek îmânî kıvamdadırlar. Bu gençlerimiz, asr-ı saâdetin bugüne yansıyan ışık huzmeleri gibidir âdeta… Bunların birçoğu ile “hidayet öyküleri” başlığı ile röportaj yaptık ve sizlerle geçmiş sayılarımızda paylaştık. İnşâallâh, imkân oldukça paylaşmaya da devam edeceğiz.
Yine Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde lise veya üniversite okuyan, yaz kursu vesîlesi ile kurumlarımıza gelip İslâm’ın aşkla, mâneviyatla öğrenilip yaşanabileceğini yakînen gördükten sonra bu mânevî iklimden ayrılmamak için gözyaşı döken, dünyevî makamların kapısını açacak okulları değil de Allâh’ın rızâsı ve âhiret selâmetinin kapısını açacak ilimleri tercih ettikleri için âilelerini ikna etmeye çalışan, mücâhide gönüllü gençlerimiz de var, çok şükür! Bu ihlâslı gençlerimizi de gıpta ile selâmlıyoruz.
Bir de ikinci bir grup vardır ki, bunlar çoğunlukla yaz kurslarına âilelerinin zoru ile gelmiş olup sürekli problem çıkaran, bir türlü memnun edemediğimiz, kalbine ve aklına set çekmiş; derslere girip tesir altında kalmaya başladığını anladığı an etkilenmemek için dersten kaçan, bahçenin köşelerine saklanan, mescidin bir köşesine çekilip sürekli uyuyan tiplerdir. Bunlar ise çok azdır. Bizim kurumlarımıza bu tipler pek uğramaz! Çünkü gündüzleri ilim, ahlâk ve mâneviyat üçgeninde işlenen dersler, akşam teheccüdle taçlanan yoğun bir mânevî program; nefislerin pek hoşuna gitmez.
Bu tipler, başörtü problemi bitince de neredeyse tamamı tercihini okullardan yana yaptılar ve her türlü okulu da rahatlıkla tercih ettikleri için her tarafta “başı örtülü, ruhu çıplak”, “duygu, düşünce, merak, heyecan ve özentileri; maalesef gayr-i müslimlere benzeyen” yeni bir nesle dönüştüler.
Bu nesil, son yıllarda sosyal medyada çok faal oldukları için; başörtülerini çıkardıklarını, bu süreci nasıl yaşadıklarını, kapalıyken nasıl zorluklar yaşadıklarını, açılınca nasıl bir hürriyete kavuştuklarını (!) ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Çektikleri videoları milyonlarca genç izliyor, beğeniyor ve bu tipleri kendilerine örnek, başka bir tabirle rol-model alıyorlar.
Biz, geçen ayki yazımızda ebeveynler ve İslâmî kurumlar açısından bu hususta kendimize özeleştiri yapmıştık. “Neden bu tip bir nesil ortaya çıktı? Nerede hatalar yaptık? Bu hataları düzeltmek için neler yapabiliriz?” diyerek dertlenmiştik.
Bu ay da özellikle kaybetmemek için çırpındığımız, fakat elimizin altından ve gönlümüzden kaymak için çırpınan, seküler dünyanın nefsânî arzulara hitap eden akıntısına kendisini gönüllü olarak kaptıran bu gençlerimize seslenmek istiyoruz.
Bütün suçu karşısına atan, hiçbir sorumluluk almak istemeyen, Allâh’a kulluğu bile minnetle, başa kakmakla yapan, -hâşâ- sanki kendisi Allâh’a muhtaç değil de Allah ona muhtaçmış gibi davranan, Allâh’ın her emrine bir kusur bulan, aklına yatmayana bir kulp takan, dindar görünüp iç dünyasında din düşmanlığı yapanlara bir ayna tutalım istedik.
Öncelikle bu yazımız, onları ayıplama, kınama için yazılmış bir yazı değil; aksine onları kucaklama, kazanma ve en önemlisi, “emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma vazifemizi yapmak içindir.
Ey kaybetmekten korktuğumuz hazinemiz, değerli gencimiz!
Sosyal medyada paylaştığın videoları izledik. Bir çoğunuz, etrafımızdaki arkadaşlarımızın evlâtlarısınız! Dertlerinizden, sorularınızdan ve şikâyetlerinizden haberdârız. Bu soruları, birkaç başlık altında topladık. Umarım sorularınıza vereceğimiz cevaplar, sizin de bizim de hayırlara ulaşmamıza vesîle olur.
* * *
Diyorsun ki:
“-Ben zaten başörtüyü kendi isteğimle örtmemiştim. Âilemin teşviki, isteği ve çevre baskısı ile örtmüştüm.”
Evet, sevgili genç! Şu an seni sen yapan birçok şeyi, sen kendi irâdenle yapmadın! Zaten her şeyini, âilenin senin üzerindeki emeği ve gayreti ile bünyene topladın. Çünkü Allah, anne-babana bu vazifeyi verdi. Onlara:
“-Ben size bir emanet verdim, tertemiz bir insan! Onu güzelce İslâm terbiyesi ile yetiştirin! Sizi o evlât nîmetinden hesaba çekeceğim!” dedi.
Her ebeveyn, büluğ çağına gelene kadar çocuklarını güzel yetiştirmek, İslâm’ı öğretmek, hattâ yaşamaya teşvik etmek, yeri geldiğinde onun âhiret selâmeti üzere yetişmesi için zorlamak hakkına sahiptir. Bu husus, hadîs-i şerîflerde:
“Her çocuk, (İslâm) fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne ve babası, Yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22, 23)
“Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namazı öğretin. On yaşına geldiklerinde hâlâ namazı kılmazlarsa, hafifçe (kaba etlerine) vurun!” diye geçer. (Ebû Dâvûd, Salât, 26; Tirmizî, Mevâkît, 182)
Çünkü namaz, senin için çok önemlidir. İslâm’da çocuk haklarına göre, çocuk, yaptığı hiçbir hata sebebi ile dövülemez, yalnız namaz bundan müstesnâ tutulmuştur. Yedi yaşından on yaşına kadar üç yıl namazı öğrenmek, alışmak için zaman tanınmış ve emek verilmişse; buna rağmen sen hâlâ namaz kılmıyorsan, senin iyiliğin ve nefsinin terbiyesi için sadece bu hususta Rabbimiz anne-babana izin vermiştir. Aksi hâlde kıyamet sabahı üzülüp:
“-Âh keşke kılsaydım!” diye derin pişmanlık duyar ve Cehennem azâbına dûçâr olursun! Bu, kendi nefislerinden ziyade, seni, dünyada ve âhirette başına gelecek belâlardan korumak içindir.
Yine âyet-i kerîmede de:
“Ey îman edenler! Nefislerinizi ve âilelerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden koruyun!..” (et-Tahrîm, 6) diye emir gelmiştir ebeveynine…
Bu sebeple onlar, senden büluğ çağına kadar sorumludurlar. Seni, sen istemesen de Cennete lâyık hâle getirmek, onların sorumluluğu ve bu husustan hesaba çekilecekler. Ayrıca İslâm çocuk haklarına göre, bu, senin onlar üzerindeki en mühim haklarından biridir. Zira hadîs-i şerîfte:
“Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de aklı erince, ona namazı öğretmesidir.” buyrulur. (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 394)
Bilgileri varsa kendileri, bilgileri yoksa sana İslâm’ı öğretecek bir kurum veya öğretmene teslim ederek bu vazifeyi yapmalıdırlar. Eğer yapmazlarsa, sen İslâm’ı bilmeden büyürsen, ömrün boyunca işlediğin her günahtan pay sahibi olurlar. Bu günah, senden eksilmeksizin anne-babana da yazılacak; sen bu hususta cezâ alırsan aynı cezâdan annen-baban da alacak!.. Ama onlar seni İslâm ahlâkı ile güzelce yetiştirirlerse, senin yaptığın her güzel amelden, senden bir sevap eksilmeksizin anne-babanın da amel defterine yazılacak…
Onlar seni güzelce yetiştirdiği hâlde, sen bile bile günâha gider, haramı tercih edersen, bunda anne-babana bir sorumluluk yoktur artık…
Bu yüzden başörtüyü veya Allâh’ın başka bir emrini, âilenin sana öğretmesi, teşvik etmesi veya zorlaması gayet normaldir. Senin “çevre baskısı” dediğin, âilen, akrabaların, mahallen, okulun, şehrin veya ülkenin çoğunluğunun müslüman olması ve onların da İslâm’ı yaşaman için sana söylediği nasihatler veya İslâm’a uygun yaşamadığında seni ihtar etmeleri veya onların senin utanmana sebep olacak bakışları veya tutum ve davranışları sebebi ile nefsinin arzuladığı gibi yaşayamamak ise, bu da o müslüman çevrenin vazifesidir. Çünkü her müslümanın diğer müslüman kardeşi üzerindeki haklarından biridir; “emr-i bi’l-mâruf neyh-i ani’l-münker”… Yani iyiliği/Allâh’ın râzı olduğu şeyi sana emretmek, Allâh’ın râzı olmadığı şeyden de seni men etmek!.. Eğer onlar da bu vazifeyi yapmazlarsa, toplumun bozulmasına, hattâ mânen helâk olmasına kadar gidebilir. Çünkü hadîs-i şerîfte:
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbi ile buğzetsin!..” buyruluyor. (Müslim, Îmân, 78)
Yine âyet-i kerîmede bu husus şöyle anlatılır:
“Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Mârufu (iyi ve İslâm’a uygun olanı) emreder, münker (kötü ve çirkin) olandan sakındırır ve Allâh’a îman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)
Unutma! Müslüman bir çevrede bulunmak, bizim kendimizi korumamız için en büyük nîmetlerden biridir. Zira birçok yeni müslüman olan kardeşimiz, bu nîmete nâil olmak ve ezan sesleri altında müslümanca yaşamak için hicret etmek zorunda kalıyor.
* * *
Diyorsun ki:
“-Beni başörtü kısıtlıyor! Kendimi sınırlandırılmış hissediyorum. Kendimi özgür hissetmiyorum!”
Biz bu dünyada zaten “istediğimiz her şeyi yapacak şekilde” hür değiliz. Biz Allâh’ın kullarıyız. Allâh’ın mülkünde yaşıyor ve imtihan oluyoruz. Bu dünyaya bu imtihanı en güzel şekilde vermek, Cennet’e layık hâle gelmek için geldik.
Meselâ ömrümüzün büyük bir bölümünü okullarda eğitim alarak geçiriyoruz, bir okulu hak etmek için çeşitli sınavlara giriyoruz. Bu sınavlardaki başarımız nispetinde bir yüksek okula giriyoruz ve girdiğimiz her okulun da belli başlı kuralları vardır: İstediğin saatte okula gelemez, istediğin saatte istediğin derse giremez, hattâ birçok okulda istediğin kıyafetle gidemez, sınavlarda istediğin gibi kopya çekemez, dersin ortasında hocadan izin almadan yemek yiyemez, sınıftan çıkamazsın… Gittiğin okulun başarı durumuna göre, bu kurallar da değişir, artar, azalır. Ama hiçbir kuralın, hiçbir sınırlama ve sorumluluğun olmadığı bir okul, iş, âile ve ülke yoktur.
Sen okuldaki bu kurallara uymazsan, öncelikle uyarılırsın. Israrla bu kuralları ihlâl etmeye devam edersen disiplin cezası alır, hattâ o çok sevdiğin ve zar-zor girebildiğin okuldan atılırsın. Okulda hocalarına veya idareye çıkıp şöyle diyebilir misin:
“-Ben sizin köleniz değilim! İstediğim gibi yaşayamıyorum, beni bunaltıyorsunuz, kendimi hür hissetmiyorum!”
Diyemezsin, değil mi? O okulda okuyorsan, o kurallara mecbûren uyarsın. İşte biz de bu dünya dershânesinde imtihanda olduğumuz için bizi yaratan, imtihan eden ve sonrasında bizi hesaba çekecek olan Rabbimizin, yine bizim faydamıza olan kurallarına uymak zorundayız.
Kendini başörtü ile sınırlandırılmış hissetmen gayet normal… Başörtü, zaten bir sınırdır; sana bakacak olan nâmahrem gözler için sınırdır. Allâh’ın sana verdiği güzellik nîmetine bakmak, onun için helâl değildir. Bakmaması için bir sınırdır. Sana verilen vücut nîmetini muhafaza etmen için bir sınırdır, hattâ sınırda nöbet tutan askerin/muhâfızın/koruman mesabesindedir.
Tesettür, zinâya götüren yollardan birinin kapanmasıdır. Zinâya düşmemek için sınırdır. İffetli ve hayâlı kalmak için sınırdır. Bu hususta hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Hayâ ve îman bir aradadır. Biri gittiğinde diğeri de gider!” (Taberânî, Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuâb, VI, 140)
Bir de şunu ifade edelim: Başörtü veya tesettür senin hangi yönünü sınırlıyor; iyi duygularını, iyilik yapmanı, güzel bir insan olmanı mı; yoksa bugün ve yarın başını belaya sokacak, seni vicdan azâbına ve türlü buhranlara sevk edecek günahlara karşı mı sınırlıyor, elini-kolunu bağlıyor. O zaman başörtü veya tesettür, senin iyiliğine mi çalışıyor, yoksa kötülüğüne mi?
Akıllı kişi, bir işe başlamadan önce o işin sonunu görebilendir. Yine akıllı kimseler, hayatta her şeyi bizzat deneyip yanılarak öğrenmezler. Onlar, başkalarının yaşadıklarından da ders çıkarıp tecrübe edinmeyi bilirler. Bir binadan atladığında ölüp ölmeyeceğini öğrenmek için, “Ben de bir deneyeyim!” demezsin. O yüzden senden önce o günaha sürüklenen kimselerin âkıbetlerine bak ve ibret al! Yarın düşeceğin ağa, bugün adımını atma!
Bir de dünya hayatı kısa… Dünyadaki lezzet ve hazların pek çoğu geçici, haram olanların âkıbeti de elemlerle dolu… Başından örtünü çıkarmakla, vücudunu herkese teşhir edercesine özgür (!) olmakla, seni seven ve koruyan her şeyi de arkanda bıraktığını unutma! Zayıf mâneviyatınla içindeki azgın nefsinin, seni yutmaya çalışan arsız bir dünya ve sahte gülücüklerle seni sömürmeye çalışan uluslararası mefsedet ve menfaat şebekelerinin ağına düşüyorsun. Ama biz seni bırakmıyoruz, seni sana ve seni yutmaya gelenlerin eline, şeytanlaşmış dost ve çevrenin insafına terk etmiyoruz. Kurtulmak istediğin an, biz buradayız. Hiçbir menfaat ve beklentimiz olmadan, seni sadece “sen olduğun için” sevenler olarak buradayız. Çok geç olmadan, hatandan dön!
Şeytan, günahları süslüyor. Günahın maskeli bir cazibesi var. O maskeyi yırttığında, o çirkin yüzü gerçek şekliyle gördüğünde ondan en çok sen kaçacaksın!
Unutma değerli hazinem, kıymetli genç kardeşim! “Sınırsızlık” şeytana ait bir hususiyettir. Cenâb-ı Hak ise bize şöyle seslenir:
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?!” (el-Kıyâmet, 36)
“İnsanlar, imtihan edilmeden, sadece «Îmân ettik!» demekle başıboş bırakılıvereceklerini mi zannettiler?” (el-Ankebût, 2)
Şeytan, kendi yoldaşlarını korkutur. Yalnız kalmakla, mutsuz olmakla, hayattan zevk alamamakla korkutur. Sen yalnız değilsin, Rabbin her an yanında… Sen, iki dünya saadetine tâlip olmak için yaratıldın. Gerçek haz ve zevkler, bir serap gibi buharlaşıp gitmez. Gerçek mutluluklar, para verip satın alınmazlar. Ama sahtelikler dünyasının hep maddî bir bedeli vardır. Hem de ağır bir bedeli…
* * *
Diyorsun ki:
“-Benim zaten sadece başım örtülü, kıyafetlerim tesettüre uygun değil! İbadetlerimi de doğru düzgün yapmıyorum. Bir başımı örtmekle Allâh’ı kandırmaya çalışıyor gibi hissediyorum. Bâri çıkarayım; içim-dışım bir olsun!”
Evet, yıllardır bunu anlatmaya çalışmıştık, demek ki yaşamadan bu düşünceye gelinmiyormuş. Bazıları tesettürü sadece başın örtülmesi olarak algılıyor ki, bu bizim ülkemizdeki en büyük yanlış anlamadır. Birçok anne:
“-Bir başını örtsün, zamanla etek de giyer!”
“-Bir başını örtsün, zamanla bol giyinir, makyajı da bırakır!” veya:
“-Şimdi o genç… Biraz hevesini alsın, sonra hakikîsini yapar!” diyerek bu yeni giyinme tarzının ortaya çıkmasına vesîle oldular.
Hattâ daha da geriye gidecek olursak, “Nasıl olsa küçük çocuklara günah yok!” diyerek kendi giyemeyip heves ettiği ne varsa giydirdi o yavrucaklara... Küçücük kız çocukları, şort, askılı tişört veya daracık taytlar giydirilerek büyütüldü. Düğünlerde küçük kızlara askılı abiyeler veya yazın plajlarda bikini giydirdiler. Evet, çocuğa günah yoktur, ama onu büyüten anne-baba onu korumaktan mes’uldür. Hadîs-i şerîfte:
“Çocuğun avretini koruyun ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğün avreti gibidir. Allah, avretini açana rahmet nazarıyla bakmaz.” (Hakîm, Müstedrek, III, 288) buyrulmuştur.
Çocuk, bu kıyafetleri giye giye edep ve hayâ duygularını yavaş yavaş yitirmeye başlıyor, utanma duygusu beslenmeden kuruyor.
“-Büyüyünce uzun giyer, büyüyünce örtünür!” diye diye büluğ çağına kadar bu kıyafetlere alıştırılan çocuk, büluğ çağına gelince:
“-Hadi bakalım, etek giy! Hadi bakalım bol giy, uzun kollu giy!” deyince:
“-Hayır, giyemem! Ben etekte rahat edemiyorum, bol giyince nine gibi oluyorum. Uzun kollu giyemem, daralıyorum!” demeye başlıyor.
Unutmayalım, küçükken “Hevesini alsın!” diye giydirdiklerimizle heves alınmaz, sadece tiryâkîlik, alışkanlık oluşur. Nefis alıştığı hiçbir şeyi yeterli görmez, hep daha fazlasını ister. Hiçbir açık kimse, ilk açıldığındaki mâsumiyetinde değildir, hep daha fazla açılmıştır. Önce utanarak yapar, sonra alışır, sonrası fecaattir. Bu durum, hadîs-i şerîfte ne güzel izah edilmiştir:
“Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah, bir kulu helâk etmek istediği zaman, ondan utanmayı (hayâyı) çekip alır. Hayâyı alınca, o kul ancak gazaba uğrayan biri olur. Gazâba uğradığı zaman, kendisinden emânet (güvenilirlik) kaldırılır. Emânet kaldırılınca, o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar ve mel’ûn olur. Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 27)
Burada ey sevgili genç, büyük ihtimalle:
“-Böyle büyütüldüğüm için bir başörtüm var zaten…” diyorsun!
Evet, bir başörtün kalmış senin uçuruma yuvarlanmaman için… Senin îman dalına takılmış bir başörtün kalmış… Eğer o daldan o örtüyü koparıp atarsan, sen günah uçurumuna yuvarlanacaksın! Artık seni tutan, -senin nazarında sadece- bir bez parçasında ibaret olan o örtü de bulunmadığı için seni dışarıdan bakıldığında koruyacak hiçbir dalın kalmayacak, artık başörtülü olarak girip çıkmaya utandığın birçok günah yuvasına rahatlıkla girip çıkacaksın! “Başörtülüyüm!” diye yapmaya utandığın birçok günahı da rahatlıkla yapacaksın!
Sonra çok pişman olacaksın belki, ama bu defa da dönmeye güç bulamayacaksın! Bence bir başörtüm var, onu da çıkarayım, onu bari kirletmeyeyim diye düşünme! Bir kuyuya düşsen tutunmak için bir dal parçası olsa, sen der misin:
“-Bir daldan ne olacak, en iyisi bu kuyunun iyice dibine düşeyim, hemen boğulayım, kurtulayım!”
Bilâkis kurtulmak için bütün gücünü toplar, can havliyle o bir tanecik dala tutunmak için sıçrarsın. İşte şimdi de bunu yapmalısın! O bir tanecik başörtüyü kirletmekten korkuyorsun ya, bu çok güzel bir düşünce!.. Oradan başla, onu temiz tutmak için diren! Önce seni tutan sebepleri artır. Hemen namaza başlamalısın. Namazın varsa ve seni korumuyorsa abdestine özen göstermelisin. Abdeste ve namaza engel olacak necis şeyleri (makyaj malzemesi, parfüm vs) hayatından hemen çıkarmalısın.
Bak, “Yavaş yavaş çıkar!” demedim, hemen yapmalısın. Beş vakit namazı, düzenli ve vaktinde kılarsan, kıldığın namazdan lezzet alırsın. Ama namazı düzenli kılmaz, meselâ sabah, yatsı namazını es geçsen, şeytan peşini bırakmaz! Diğerlerini de bıraktırmak için seninle çok uğraşır.
Bizim İmam-Hatip’te bir hocamız çok güzel bir tüyo vermişti:
“-Kırk gün beş vakit namazınızı düzenli ve vaktinde kılarsanız şeytan sizden ümit keser, sizin namazı terk etmeyeceğinizi anlar ve size buradan yaklaşmayı bırakır!” demişti.
Ben ortaokul yıllarımda bunu uygulamıştım. Gerçekten çok tesirli olduğunu gördüm. Yirmi yıldır yeni namaz kılmaya başlayan öğrencilerime de söylüyorum, onlar da faydasını gördü. Bence sen de denemelisin!
Unutma, namaz da îmânın muhafızıdır. Bu yüzden Rabbimiz, “Namaz, fahşâ ve münkerden alıkoyar!” buyuruyor. (Bkz. el-Ankebût, 45) Namaz giderse, îman da önünde-sonunda seni terk edecektir. Bunun için namaza çok önem vermelisin!
İkinci olarak, “Başörtülüyüm, ama tesettürlü değilim!” diyorsun. O zaman tesettürüne önem ver! Görüyorsun ki, tesettür olmayınca başörtü seni kendi nefsinden bile koruyamıyor, dışarıdan gelecek menfî bakışlardan nasıl korusun, öyle değil mi? Tesettür için vücut hatlarını belli etmeyen, bol ve içini göstermeyen ve çok da dikkat çekici olmayan kıyafetler yeterli olacaktır. Bunun için yaşına göre, çok güzel dış kıyafetler bulabilirsin. Unutma ki, “İffetli olmak isteyeni Allah iffetli kılar.” (Buhârî, Rikâk, 20)
* * *
Diyorsun ki:
“-Ben böyle değildim. Bir câmiye gittim. Orada hoca bana kızdı, dinden soğudum. Veya dindar insanların bazılarından çok kötülük gördüm. Kursa gittim Kur’ân’dan soğudum. Annem-babam beni çok zorladı, dinden soğudum. Veya defalarca Kur’ân kurslarına veya her yaz gençlik ve kültür merkezlerine gittim, hiç bana tesir edemediler. Hem dinde zorlama yoktur! Beni zorlamayın, istediğimi yaparım. Zorlarsanız dinden daha çok soğur ve uzaklaşırım!”
Ey sorumluluktan kaçmaya çalışan genç nefis! Kendi içine dön de büyüteçle sînende sakladığın hakikati gönül kulağına fısılda. İlkokula gittin, defalarca öğretmeninden azar yedin, belki kulağın da çekildi, belki hakaret de gördün, belki avucuna cetvelle de vuruldu.
Okuldan soğuyup okulu neden terk etmedin?
Lise yıllarında okulunda öğretmenlerinden veya arkadaşlarından birçok olumsuz söz, hâl ve davranışlara mâruz kaldın, liseyi neden bırakmadın?
Aylarca, belki de yıllarca dershaneye gittin, hafta sonları dahî erkenden kalktın; istemeye istemeye de olsa gittin. Hiç canın istemediği hâlde binlerce test çözdün, okumaktan neden soğumadın da üniversiteye başladın?
Okuldaki öğretmenlerin çok mu maharetliler, hepsi sana çok mu tesir ediyor da okumaya bu kadar düşkünsün! Bir düşün, ilkokuldan üniversiteye kaç yıl okula gittin, on altı yıldır okula gidiyorsun.
Niçin? Kalan ömrünü rahat geçirmek için…
Aşağı-yukarı yaklaşık elli yıl için on altı yıldır okuyorsun, hem de her türlü meşakkat, zorluk ve çeşit çeşit olumsuzluğa rağmen… Hem de kimse seni soğutmuyor, öyle değil mi?
Peki, ebedî hayatın boyunca sana fayda verecek ilmi öğreten kurslara ve kültür merkezlerine kaç yıl geldin? Yaz aylarının dört haftası, onun başından sonundan üç-beş gün tırtıklıyorsun, geriye kaldı üç hafta… Her yıl gelmiyorsun, belki en fazla üç yıl…. Toplasak en fazla on hafta, hadi biraz daha cömert olalım, toplam bir yıl olsun… Bölük pörçük sadece yazlık eve gelip toz alır gider gibi geliyorsun. Sonra da diyorsun ki:
“-Bana tesir et, ey hoca! Hemen kalbime gir ve nefsimi ez, beni aşkla namaz kılan bir insana çevir, içimi Allah ve Rasûlü’nün aşkıyla doldur, ama hayatıma müdâhale etme! Zira benim kalbim temiz, hem «Dinde zorlama yoktur!» âyeti var biliyorsun, beni zorlamadan sevdir. Bıktırmadan Kur’ân okut, terletmeden tesettüre gireyim. Ama azıcık da modası olsun yani… Umreye giderken ferâce giyeyim, sonraları giymeyeyim; modayı takip edeyim, eteklerimden bileklerim ışıldasın… Ben ihtilat ortamlarında gezip tozayım, okuyayım. Erkek arkadaşlarım da olmasın mı… Zira ben onları kardeşim gibi görüyorum.”
Ey sevgili genç! Sen söyle şimdi neresini tutup kaldırıp düzelteyim? Sen istemedikçe sana hidayet verilir mi? Sana bir âyet öğreteyim:
“…Allah, kendisine yönelene hidâyet eder!” (er-Ra’d, 29; eş-Şûrâ, 13)
Sen Allâh’a bir adım atmalısın ki, Allah sana on adım atsın! Sen Rabbine yürümelisin ki, Rabbin sana koşup gelsin! Sen kendini zorlamazsan, nefsine savaş açmazsan ben seni nasıl zorlayayım.
Diyorsun ki, dinde zorlama yoktur. Müslüman değilsen evet, seni müslüman olman hususunda zorlayamam. Fakat müslümansan sana tebliğ etmekle, nasihat etmekle, dînin yasaklarını çiğnediğinde tavır göstermekle zorlayabilirim. Zira İslâm, fert dîni değildir, cemiyet dînidir. Ve sen dîni, istediğin gibi yaşayamazsın, zira bilmeyen birisi senin yaptığın hataları doğru zannederek seni örnek alabilir. Bu yüzden senin doğru bir şekilde müslüman olman ve gelecek nesillere dîni doğru aktarman için seni zorlamak benim sorumluluğumdur. Bu sebeple sen başkalarını suçlamayı bırak ve özüne dön!
Şeytanın bir oyunu da hata yapan, günaha sürüklenen kimseye sık sık günahını ve kirlendiğini hatırlatmaktır. Böylece onu tevbeden, iyi insanlarla birlikte olmaktan ve güzel çevrelere tekrar girmekten alıkoyar. Pişmanlık, en büyük meziyettir. Ne günah işlemiş olursan ol, ölüm gelmeden dönüş mümkündür. İnsanların merhametine değil, Allâh’ın mağfiretine sığın ve çok geç olmadan, gizli ve âşikârı bilen, merhametlilerin en merhametlisi Rabbine dön!
Şeytan, “Gençsin, biraz eğlen, hayatın tadını çıkar, sonra tevbe eder, ibadete dönersin!” diyor. Günahı peşin işletiyor, tevbeyi ve ibadeti erteletip duruyor. Yarına çıkmaya garantin var mı, etrafına bak, ölenler hep ihtiyar mı?
Kıyamet gününde herkes kendi amelleri ile baş başa kalacak ve hesabını tek başına verecek! Şu an itibariyle tevbe kapısına koş, orada gözyaşlarınla arın! Sonra doğruca kapılarımıza koş; her şehirde, her ilçede seni bekleyen kurslar, gençlik merkezleri var. Oraya gelen binlerce genç kardeşin var. O kapılardan ayrılmamak için gözyaşı döken dünyanın dört bir yanından gelmiş, çeşitli ırk ve renklerde her türlü dîni, hattâ dinsizliği tatmış, en sonunda binbir meşakkat ve bedel ödeyerek bu kapıya tutunmuş, kana kana huzur ve mâneviyat içen ve içmekte olan…
Haydi sırât-ı müstakîm yolunda kardeş olmaya, buyur gel, bekliyoruz!
YORUMLAR