Sana ne kadar meftûn olup ne kadar özlediğimizi anlatmaya kelimeler kifâyet etmiyor. Ama Sen’i okuyup Sen’i konuştuğumuz zamanlar, gözümüzün, gönlümüzün heyecanlanıp canlandığı en kutlu demler oluyor.
* * *
Güne sabah namazını Sen’in arkanda kılarak başlamak istiyoruz. Kutlu dâvete ve Seninle cemaat olmaya heyecanla geliyoruz. Mescitte arkanda saf tutup; namaz sonrası sohbetinle şerefyâb oluyoruz. Sahabîlerinin rüyalarını tâbir edip onlarla sohbet ederken mübarek sîmânın parlaklığıyla aydınlanıyor, tebessümünle devlet buluyoruz.
Namaz sonrasında başta Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- olmak üzere, ashabınla yapmış olduğun ziyaretlerine bizler de iştirak ediyoruz. Yetimlerin babası, dulların yardımcısı, kimsesizlerin arkadaşı olmanı gıpta ile izliyoruz.
Âlemlerin Rabbinin Sevgilisi, ümmetin gözbebeği iken:
“Ey Rabbim! Beni fakir bir insan olarak yaşat, fakir bir insan olarak ölüm nasip et, beni fakirlerle birlikte dirilt.” (Tirmizî, Zühd, 37) diye duâ etmene; buna rağmen ummanlar kadar cömert davranmana mest oluyoruz.
Bir ihtiyacı sebebiyle Sen’den yardım isteyen genç sahâbî Câbir -radıyallâhu anh-’ın devesini satın alıp parasını ödedikten sonra devesini geri hediye etmene hayran kalıyoruz!
Huneyn ve Tâif savaşlarının ardından Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye ile Cîrâne’de toplanan ganimet malları arasında dolaşırken; Safvan’ın deve, davar ve çobanlarla dolu vadiye hayran hayran baktığını görünce ona hitâben:
“-Bu vadi ve içindekiler senin olsun!..” buyurmuştun da Safvan sevinçle şaşkına dönerek:
“-Bir peygamberden başka hiç kimsenin kalbi bu kadar cömert olamaz!” deyip hemen müslüman olmuştu. Kavminin yanına gidince de onlara hitâben:
“-Ey kavmim, müslüman olun. Vallâhi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle ihsanda bulunuyor ki, yokluktan ve yoksulluktan hiç korkmuyor!” demişti.
Yâ Rasûlallah! Bütün bir ümmetin peygamberi, Cebrâil’in mihmandârı iken, sahâbîlerinle çok yakından ilgilenir, onların hâl ve durumlarına göre, samimi sohbet ve latîf şakalar yapardın. Bir gün yaşlı bir kadın:
“-Yâ Rasûlâllah! Cennet’e girmem için bana duâ eder misin?” demişti de Sen latîfe olsun diye:
“-Yaşlı kadınlar Cennet’e giremez!” buyurmuştun. Bu latîfeyi anlayamayan kadıncağız hüzünlenince de sözünü açıklamak ihtiyacı hissetmiştin:
“-İnsanlar Cennet’e yaşlı olarak girmeyecekler. Cenâb-ı Hak, «Biz onları yepyeni bir yaratılışta yarattık, eşlerine sevgi ile düşkün hep aynı yaşta genç kızlar yaptık.» (el-Vâkıa, 35-37) buyuruyor!..” (Tirmizî, Şemâil, Beyrut, tsz. S: 144) demiştin de bu iltifatın ve yapmış olduğun duân, o yaşlı kadını ne çok sevindirmişti.
Çocukları ise çok ayrı sever; sevdiğini onlara muhakkak hissettirirdin. Seferden dönerken onları bineğine alır, gezdirir, eğlendirirdin. Yine bir gün dâvet edildiğin bir yemeğe giderken yolda oyun oynayan Hüseyin -radıyallâhu anh-’a rastlamıştın da; ellerini açıp onu yakalamak isteyince, o sağa-sola kaçmış, Sen de onun arkasından koşup kovalayarak gülmüştün.
Bir baba, bir eş olarak da “Üsve-i Hasene”ydin yâ Rasûlâllah! İkindi namazından sonra hanımlarını teker teker ziyaret etmene, hatırlarını sorarak ikramlarda bulunmana hayran kalıyoruz. Hâne-i saâdette Seni bazen keçileri sağarken, bazen nalinlerini tamir ederken, bazen de söküklerini dikerken görüyoruz. Her bir eşinin tabiatına göre müşfik davranmana, yumuşak hitâbına, hoşgörüne gıpta ediyoruz. Sadece hanımlarına değil, onların akrabalarına ve sevdiklerine de ihtiram ederdin. Bir keresinde Hatice Annemize temizlikte yardım ediyordun da, kız kardeşi Hâle -radıyallâhu anhâ- gelmişti. İçeri buyur ettikten sonra, ona oturacak yer hazırlayıp kutlu abanın üzerine oturması için ısrar etmiştin.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’yı ise “Hümeyrâ” diye sevmeni, bayram günü mescide kılıç-kalkan gösterileri yapan Habeşlileri izlemeye götürüp saatlerce birlikte izlemenizi muhabbetle seyrediyoruz.
Evlâtların için de eşi bulunmaz bir baba idin, yâ Rasûlâllah! Kızın Fâtıma -radıyallâhu anhâ- evlenip gittiği hâlde, altı ay mübârek hânelerine varıp namaz için uyarmana, ziyaretine geldiklerinde ise, ayakta karşılayıp onun ellerinden öpmene hayran kalıyoruz.
Onların mutluluğu, Sen’in mutluluğun; hüzünleri Sen’in hüznündü, yâ Rasûlâllah!.. Oğlun İbrahim’in vefatında, onun cansız bedenini kucağına basıp:
“-Kalp hüzünlenir, göz yaşarır; ancak bu ağızdan kadere isyan edecek sözler dökülmez!..” (Buhârî, Cenâiz, 43) buyurarak mübârek gözlerinden yaşlar boşalırken bizler de Sen’inle birlikte ağlıyoruz.
Bedir Savaşı’nda büyük kızın Zeyneb’in daha müslüman olmamış eşi Ebu’l-Âs esir düştüğünde, Zeynep, beyini kurtarmak için fidye olarak Hatice -radıyallâhu anhâ-’nın gerdanlığını göndermişti. Sen bu gerdanlığı görünce çok müteessir olmuş ve:
“-Ebu’l-Âs’ı serbest bıraksanız, fidyesini de geri gönderseniz olur mu?!” buyurmuştun. (Bkz: Vâkıdî, II, 553-554; İbn-i Sa’d, VIII, 32-33)
Canımız Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Sen’in mutluluğun bizlere hayattır, ışıktır, göz aydınlığıdır.
“Muhakkak Allah halîmdir (yumuşak huyludur), hilmi (yumuşak huyluluğu) sever; şiddet ve kabalığa vermediği şeyleri, yumuşak söz ve davranışa verir.” (Müslim, Birr, 77) buyurur ve dâima yumuşak huylu davranırdın.
Fakat yetimin hakkı çiğnendiği, mazluma eziyet edildiği zaman gazaplanır; hak yerini buluncaya kadar gazabın dinmezdi. Hattâ bir gün hakkını vermediğini söyleyen yetim çocukla birlikte vâsîsi Ebû Cehil’in yanına gitmiştin de; her defasında yetimi azarlayarak yanından kovan Ebû Cehil, Sen’i görünce derhal yetimin malını iâde etmişti. Ebû Cehil’in uysallığını gören müşrikler:
“-Ne oldu, Muhammed’den mi korktun?” diye onun durumuyla alay edince, Ebû Cehil:
“-Vallâhî sağında ve solunda iki mızrak gördüm, sanki az kalsın saplanacaklardı.” demek zorunda kalmıştı.
Bir keresinde de Mahzûmîler’den soylu bir âileye mensup bir kadın, hırsızlık etmişti de, Medîneliler, aracı olarak çok sevdiğin Hazret-i Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ-’yı göndermişlerdi Sana... Bu talep karşısında mübârek yüzünün rengi değişmiş ve çok sevdiğin Üsâme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak:
“-Allâh’ın koyduğu cezâlardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?!” diye sormuştun.
Üsâme -radıyallâhu anh- da, Sen’in bu kadar üzüldüğünü görünce son derece pişman olup derhâl özür dilemiş ve:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim bağışlanmam için duâ et!” demişti. (Buhârî, Megâzî, 53)
Sen bu sefer ayağa kalkarak halka hitâben şöyle buyurmuştun:
“-Sizden önceki milletler, şu sebeple helâk olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevkî sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezâlandırırlardı. Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (Buhârî, Enbiyâ, 54)
Vefatında ise, Medîne âdeta yıkılmıştı, yâ Rasûlâllah!... Sen’i tanıyıp Sen’siz kalmak, tarif edilemeyecek kadar büyük acılardandı. Sana en çabuk kavuşacak kimsenin kendisi olduğunu bildiği hâlde Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Annemiz, o sıcak acısıyla Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın yolunu kesmiş:
“-Ey Ali! Peygamber Babam’ın gül bedenine toprak atmaya nasıl kıydınız? Peygamber Babamı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i toprağın içinde bırakıp nasıl döndünüz?!” diye hesap sormuştu. Ömer -radıyallâhu anh- ise, o ilk şok dalgasında, çılgın bir şekilde kılıcını çekip:
“-Kim Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldü derse, boynunu vururum!..” diye haykırmıştı.
Sen’den ayrılmak çok zor, yâ Rasûlâllah... Sen’in yokluğuna dayanmak, Sen’den uzak kalmak çok acı, ey âhir zaman Nebîsi!..
Bizler bu acıyı Sen’den kalan mübarek hadîs-i şerîflerin, sımsıcak hâtıraların ve Sünnet-i Seniyye’n ile bastırmaya çalışıyor; ama yine de Seni çok özlüyoruz…
Milyonlarca salât ve milyarca selâm üzerine olsun, ey İki Cihân’ın Seyyidi!..
YORUMLAR