Başlarken
Evlilik… İki ayrı dünyanın bir araya gelmesi… İnsanlık var olduğundan beri, Hazret-i Âdem’le Hazret-i Havvâ’dan beri, bir erkek ve bir kadının “tek”likten sıyrılıp “biz” olabilme serüveni…
İki ayrı insan, büyük coşku, umut, beklenti ve bir sürü adı konulmamış güzel duygu ile bir araya gelir. Duyguların coşkunluğu ile gönüllerde yatan, istenilen, beklenilen âile yaşantısı büyük bir heyecan oluşturur. Ve evlilik gerçekleşir.
Evlilik, yeni bir hayattır, umuttur, olması istenendir. Tek başına yalnızlaşan insana muhabettir, sevinçtir, dahası hayata eklenen renktir. Ve herkes, mutluluk hayalleriyle bezer evlilik umudunu…
Ancak bu umut ve güzellik müessesesi, bazen hayal edilen, beklenilen gibi olamayabilir. Hayaller, en çok yüreklerde yaşatılandır. Hayata geçirilebilirse “ideal” olur, sürekli yaşatabilirse “harika” olur.
Ancak modern dünyanın kuşatılmışlığı ve medyanın herkese taktığı gözlüklerle olması gerekenler, olabilirler, istenilenler birbirine karışmış durumda…
Televizyon dizilerinde insan eli değmemiş, hayata dokunmayan, pratikten çok zaman beslenmeyen evlilikler umutsuzlukları arttırıyor. “Galiba, yalnız bizim evliliğimizde problem var!” duygusunu yaşatıyor. Yoğun ele alınan boşanmalar ve bunların hayat içerisinde yine medya eliyle pekiştirilmesi, evliliklerin ömrünü kısaltabiliyor.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi evlilik müessesesi, bizim ülkemizde de son derece sıkıntılı bir dönem geçiriyor. Boşanma istatistikleri, son on yılda boşanmaların yoğun bir şekilde arttığını, kabaca her iki evlilikten birinin boşanmayla sonuçlandığını ortaya koyuyor.
Sağlıklı fert, ancak sağlıklı âile ortamında yetişir. Sağlıklı âile, ancak mutlu evliliklerin olduğu ortamda olabilir. Evliliklerde sabrın azaldığı, eşlerin birbirlerine tahammül edemediği, öfkenin arttığı, mutsuzluğun ve huzursuzluğun hâkim olduğu bu âile ortamlarını ayrıntılı incelemek ve meselenin en çok yaşandığı noktalara projeksiyon tutmak, içinde yaşadığımız toplumun selâmeti için gerekmektedir.
“Ben” iken “Biz” Olma Serüveni
Elbette hiç kimse “Yarın ben şu problemlerle karşılaşırım!” diye evlenmez. Ve kendini mutsuz etmek istemez. Ancak “ben” iken “biz” olabilme serüveni, her yeni başlangıç gibi sancılıdır. Hiç beklenilmeyen noktalar, önemsiz ayrıntılar, küçük birer bomba olarak yeni çiftin karşısındadır.
Söz, nişan, akrabalar, istekler, “yapılması gerekenler”, “yapılmasa da olur”lar arasında bir sürü seremoni, yeni çifttin ilk sınavlarıdır. Ev döşeme, mobilya seçimi, ekonomik ayarlamaların yapılması, alış verişler, bohçalar, hediyeler… Beğenilenler, beğenilmeden alınanlar, ayıp olmasın diye susulan anlar ya da mâsumca kurulan cümlelerin günlerce süren tartışmaları, üçüncü şahısların söyledikleri, söyleyemedikleri ya da “Bana … demek istedi” ile başlayan kırgınlık cümleleri…
Ve “bir kadın” ile “bir erkek” ufak tefek badireleri atlatarak, umudunu canlı tutar ve zihninde yaşattığı umutlarla dünya evine girer.
Evlilik öncesi dönemde âileleri ile yaşayan ve birçok sorumluluğu onlarla paylaşan gençlerin, daha önce tahmin etmedikleri ya da aslında bildikleri, fakat hiç tecrübe etmedikleri yeni bir hayattır yaşanılmaya başlanan…
Özellikle kadın için daha önce yaptıklarında övgü gördükleri, alkışlandıkları, onaylandıkları davranışlar artık bir vazife olmuş, “yapmazsa olmaz” esaslar hâline gelmiştir. Her gün ev temiz ve düzenli, yemekler hazır olmak zorundadır.
Bunlar yeni evlenen bir kadın için bazen rahatlıkla halledilebilir ve bazen ise annelere sıklıkla müracaat ihtiyacı belirir: “Mercimek çorbasına soğan konur muydu? En iyi kabartma tozu hangi markaydı? Pilavın daha diri olması için kaç damla limondu?” Hep soracak soru vardır ve annelerin de hepsine verecek bir cevabı… Ve anneler, telefonun hemen ucunda, ulaşılabilir noktadır; bir telefon trafiği devam eder gider.
Ancak bu telefon trafikleri, yeni yuva kurarak “biz” olmaya çalışan gençler için çok zaman sağlıklı neticeler doğurmaz. Anne-baba nazarında hâlâ büyü(tül)memiş gençler ne kadar desteklenmelidir, bir türlü karar verilemez! Az mı, biraz daha fazla mı, yoksa daimî ve kesintisiz bir destek mi? Bu, bazen fark edilmeden “devamlı destek olunmalı” fikrine dönüşüverir.
Gönüllü Destekler
Böylece yeni kurulmaya çalışılan yuvada, “karı- koca” olmaya çalışan gençlere; anne, baba, kayınvâlide, kayınbaba, görümce, hala, dayı, teyze “gönüllü desteği” (!) verilir. “Destek”, adı üzerinde değerli bir güçtür. Ancak ihtiyaç varsa değerlidir. Yoksa boşa harcanan güçtür, israftır; ihtiyaç yoksa bir de yüktür. Herkes kendi tecrübelerinden çıkardığı “doğruları” yeni gelin ve damada öğretmeye çalışır. Onları, tecrübelerinden istifade ettirmek, kendi düştüğü hatalara düşmesini engellemek ister.
Aslında insanlar arası ilişkilerde ve evliliklerde tek doğru yoktur. Unutulmamalıdır ki “her evlilik, kendine has”tır ve her evin tabiatı farklıdır. Evlilikler birbirine benzer, fakat aynı olamaz. Herkesin birbirine benzer yönleri olmasına rağmen tamamen farklı mizaçta, kabiliyet, alışkanlık ve kişilik özelliklerinde olması gibi. Evlilikler özeldir. Tavsiyeler önemlidir, yol göstericidir. Tavsiye verenin ısrarcı olmaması, gençlerin kendi evlilik yapılarını, mizaçlarının bulmalarına imkân verir; aksi hâlde kaos devam eder. Bütün akrabaların “iyi niyet”le başladıkları nasihat ve tecrübe paylaşımları, câhillik sebebiyle ucu gönül koymaya varan “çok sesli koro”ya dönüşür. Bu koroda herkes yıllar boyunca kendi edindiği tecrübeleri, yüksek sesle tekrar eder durur. Bu kuru gürültü altında “biz” olma yoluna çıkmış yeni çift, birbirinin sesini duyamaz olur. Bu gürültüye, “Bizim Çocuklar Korosu” diyebiliriz.
Bizim Çocuklar Korosu
Son beş-on yıla kadar, bu “Bizim Çocuklar Korosu”nun şefi, genelde erkek annesiydi. Kayınvâlideler açık ya da örtülü bir şekilde bu yeni dengeyi oluşturmakta hâkim güç idiler. Evin iç dengesinde hep söyleyecekleri sözleri, verecekleri destekleri vardı: “Benim oğlan çok titizdir, benim oğlan asla bamya yemez, benim oğlan işten gelince azcık uyur.” gibi…
Burada niyet iyidir: “Zaman kaybetmesinler; ben anlatayım da birbirlerini tanımak için boşuna uğraşmasınlar. Çocuklar iyi iyi geçinsinler, kavga etmesinler.”
Ancak yeni âile yuvasında, çiftlere, birbirlerine kendilerini anlatma fırsatı verilmez. Orada aslında, “Siz hâlâ küçüksünüz, büyümediniz! Biz olmadan var olamazsınız!” mesajı vardır. Bu esnada en çok söylenen sözdür; “Onlar yuvalarında iyi olsunlar!”
Ancak yuvadan hâlâ koronun sesi yükselmektedir. Ne yazık ki, bu ses kalabalığı içerisinde gençler kendi bildiklerini, ya çok sesli bir şekilde “bağırarak” söylemekte, kulak tırmalamakta ya da şaşkınlıkla “dut yemiş bülbül” türküsünü büyük bir sessizlikle söyle(yeme)mektedirler.
Bu çok sesli koroya rağmen ayrılıkların olmadan devam ettiği çok evlilikler de vardır. Bu evlerde bu çok seslilik, uyum ve ahengi tutturmuşsa, yani kendi içinde var olan dengeyi yakalamışsa “bizim çocuklar korosu” renkli sesi, gürültülü yapısıyla, söyleyen için de, dinleyen için de “dinlendirici olmayan” ama “vazifesini yapan” bir koro olarak varlığını sürdürür.
Bu sesli yapıda biri söylerken diğerleri susar ya da sesini alçaltırsa, bir iç denge oluşur. Meselâ, kaynana konuşurken gelin susar, gelin konuşurken damat dinler, görümce söylenirken gelin kızar ya da hepsi söylenir; velhâsıl ne olur, ne oldurur bir vaziyette bu koro kendi dengesini bulur ve fasıl devam eder. Elbette bu söylenenlerin, yaşamak, söylendiği ya da yazıldığı kadar kolay olmadığını bilmekteyim. Bu dengenin yılları aldığını, yaşayarak tecrübe ederek oluştuğunu izlemekteyim. Bu denge oluşana kadar çok gönüller kırılır, çok gözyaşı akar ve yıllar geçer.
İnsanlar arası münâsebetler, emek ve sabır ister. Karşılıklı istekleri konuşabilmek ve değişebilmek ister. İyi niyet ister, fazilet ister. Zihinlerde tutulan, gönüllerde yaşatılan beklentilerin fark edebilmesini ister. Kişiler önce kendi beklentilerini fark edip sonra da muhataplarına fark ettirebildikleri zaman “kişilerin birbirinin farkına varması” gelişir. Yoksa evliliklerde beklentilerle birlikte “çatışma”lar başlar.
Çatışma ve Değişim
Gordon, çatışmayı, “ilişkideki gerçeğin ortaya serildiği an” olarak târif eder. Çatışma, her evliliğin yapısında vardır ve olmalıdır. Çatışma yok edilmemeli, yönetilmelidir. İki ayrı dünyanın birleşmesi, başlı başına çatışmadır. Fakat bu çatışma, uzlaşmaya çevrilebilir bir çatışmadır. Uzlaşıp anlaşma varsa, mutlu evlilik var demektir; yoksa var olan çatışma, tartışma kaynağıdır, kavga ve gürültüdür, hüzün ve hüsrandır.
Zamanla eşler arası ilişkilerde çatışmayı başlı başına ele alabiliriz. Kişiler, kendilerinde olması gerekenleri, hep karşı taraftan bekleme meylindedirler. Âilevî problemleri olan çiftlerin büyük çoğunluğu:
“-Sayın uzman, ben …… dertlerini yaşıyorum, ama eşim beni anlamıyor. Ben onu nasıl değiştirebilirim?!” diye terapiye başvurur.
Hiçbir güç veya hiçbir uzman otorite, kişi istemedikçe değişimi gerçekleştiremez. Değişim insanın iç dünyasında ve irâdîdir. Kadın kocasını, koca karısını hiçbir şekilde zorla değiştiremez. Değişim, zorla olursa şiddet devreye girer. Belki bir müddet “baş eğme” olur, ancak bu baş eğiş, irade ile desteklenmediği için ilk fırsatta “öfke” ve “nefret”le beslenir. Netice itibariyle ilk fırsatta tepkisel başka bir davranış ile kendisini gösterir ve çok zaman patolojik hastalıklı bir hâl ortaya çıkar.
Değişim istekle olursa, kavganın değil barışın, öfkenin değil muhabbettin, nefretin değil hoşgörünün kaynağı olur. Böyle evlerde sevgi olur, muhabbet olur, hoşgörü olur, aşk olur. Aşkın olduğu evler, yeni nesli şevkle büyütür, yarını umutla besler ve problemleri yokmuş gibi görmezden gelmek yerine onları görerek üstesinden gelir. Sabırla ve ümitle…
Değişim irade gerektir ve fedakârlık ile beslenir. Kendini, sınırlarını, neler yapma(ma)sını bilmesi gereken insan, ancak böyle bir serüvenle biz olabilir. Yoksa ancak karşı tarafın kendine ait sorumluluklarını da yüklenen, bunu iyi niyetle yapan kimse bir süre sonra sadece ve ancak “karşı taraftan beklenen rollerini üstlenmiş ve bunu da büyük zevkle yapmış”tır. Bu da zaman içinde zevkle yapılan bütün vazifeleri; taşınamaz bir yüke ve adı konulamamış bir mutsuzluk kaynağına dönüştürür.
Bir Ayrıntı ve Kopma Noktası
Baştan beri adı konulamayan ve eşit bir şekilde paylaşılmamış vazifeler, beklentiler, konuşulamayan bütün konular, “hayatın akışı içerisinde yerini bulur nasıl olsa!” diyerek boş vermişliğe bırakılır. Fakat boş verilen her hâl, zamanla büyür, büyür, çoğu zaman ne olduğu bile anlaşılamayan, altında kalınan devâsâ çığlara dönüşür. Her şey anlamsız, çevredekilerle bile paylaşılamayacak kadar küçük ve önemsiz bir ayrıntı ile kopar. O ayrıntı, adı üzerinde ayrıntıdır; fakat o küçük ayrıntı, ilişkiyi kopmaya götüren başlı başına son hâdise, bardağı taşıran son damla olabilir. Bu son hâdise üzerine herkes bir şey söyler, yorum yapar, fikir verir, tavsiyede bulunur. Kendini bulamamış, ne olduğunu anlayamamış çiftler ise, çok zaman susar, küser ya da çok konuşur, hep konuşur ve hep söylenir. Hâl böyle olunca, biz olmaya çalışan iki insan, yeniden iki ayrı ve hattâ iki yabancı insan olurlar.
Bu dönemde en büyük hata, “kopma nedeni olan olay”ı konuşmaktır. Bu süreç çok yıpratıcıdır çoğu zaman… Atlanılan bir nokta vardır burada: O hâdise, buz dağının yalnızca görünen tarafıdır. Suyun altında, görünmeyen büyüklüğü bile tahmin edilemeyen, çok büyük bir buzdağı vardır. Bu buzdağı, küçük şeylerin birikmesiyle oluşmuştur.
Sonuç
Âile araştırma kurumu verilerine göre, her iki evlilikten biri bitiyor. Yani umutla birleşen yürekler huzuru kaybediyor, öfkeyle yoğruluyor, nefretle var oluyor. Bu öfke, çoğu zaman kızgınlık ve kırgınlıkları da yanına alarak koca bir “küskünler ordusu”nu ortaya çıkarıyor. Bu orduya huzursuz âilelerden en az iki, en çok da var olan çocuk sayısı kadar kişi ekleniyor.
Jacobson ve Christensen’e göre, “âile içi huzursuzluk”, eşlerin iletişim ve problem çözme konusunda yaşadıkları zorluklar, birlikte yaşamanın yarattığı problemler ve birbirlerinin farklılıklarını kabul etmedeki güçlükler olarak tarif edilir.
* * *
Yelsma, evlilikte eşler arası huzursuzlukların; “kullanılan sözlü ifadeler, sözlü saldırganlığın oranı, tartışma becerilerinin yetersizliği, eşlerden birinin daha az sözlü saldırıda bulunmasına karşılık diğerinin aşırı sözlü saldırıda bulunması , saldırgan olan eşin olumsuz sözlü ifadelerini diğer eşin ne oranda kabul ettiği veya bu davranışlara ne oranda göz yumduğu ile ilgili” olduğunu ifade etmiştir.
Mutlu ve huzurlu evlilik, her şeyden önce “sağlıklı iletişim” ile gerçekleşir. İletişim ifadelerinin doğru zamanda, doğru şekilde söylenebilmesi kadar alıcının yani karşı tarafın (muhatabın) bunu anlayabilmesi çok önemlidir. Teknik dille gönderilen mesajın, karşıdaki tarafından önce görülmesi (fark edilmesi), sonra açılması (önemsenmesi) ve en son okunması gerekir. Ne yazık ki okumanın dili de önem arzetmektedir; bu ifadelerde “kısaltma kullanılmamalı”, “nasılsa anlar” deyip hiçbir şey “geçiştirilmemelidir”.
Bir Örnek Üzerinden
Şimdi gelin, hep birlikte bir film izleyelim:
Kadın, eşi akşam eve geldiğinde mutfakta var olan işlerine devam eder. Bütün gün ev işi, çocuklar derken çok yorulmuştur. Okula giden oğlunun hafta sonu gezisine, eşinin yoğun işleri dolayısıyla katılmamışlardır. Arkadaşlarının hepsi gittiği için oğlan üzülmüş, o günden beri sürekli huzursuzluk çıkarmaktadır. Az önce de olmadık yere kavga yapmış, küçük kardeşini hırpalamıştır. Haksız olan ağabeyinin davranışını herkesin gözünde dikkat çekici hâle getirmek isteyen kardeş, o kadar da canı acımamış olmasına rağmen bağıra bağıra ağlamaktadır. Tam bir kaos…
İşler henüz yetişememiştir, bir yandan sofrayı kurarken diğer yandan bulaşık makinesini boşaltmaya çalışan kadın, diğer yandan içeridekilere söylenir. Bir taraftan da “Bitmeyen işlerin yüzünden çocuklara ayıracak hiç vaktin yok! Bak, çocuk, yılda bir kere olan geziye bile gidemedi. Neymiş efendim haberi olsaymış ayarlarmış? Bu nasıl haberse başbakan mübarek, çocuk bir aydır söylüyor gezi tarihini…” diye eşine aklından söylenir.
Kocası o esnada, elinde ekmek poşeti ve söylenenlerden birkaç şeyin eksik olduğu poşetle eve girer. Bütün gün yorulmuştur. Üstelik son dönemde işten ayrılanların sayısı da artmıştır. İş yerinin ağır çalışma şartlarına dayanamayan arkadaşlarının sayısı her geçen gün artmaktadır. Bugün de nişanlı bir genç, işten bağıra çağıra çıkmıştır. O gencin evli olmuş olsaydı, bu kadar kolay işten ayrılamayacağını düşünmektedir. Bütün bu efkârına rağmen eve de eli boş gitmek istememiş, aklında kaldığı kadarıyla alabildiği şeyleri alıp evinin yolunu tutmuştur. Adam, mutfağa poşetlerle girer ve poşetleri bırakacak bir yer ararken eşine gülümser ve:
“-Nasılsın?” der. Sonra da elindeki ekmek poşeti göstererek:
“-Alıver şunları elimden, nereye koyacağımı bilemedim.” der.
Hanım, o an az evvelki düşüncelerine kaldığı yerden devam eder:
“-Tabî ki bilemezsin, evle ilgilenmeyince bilinemiyor tabiî… Bir kere bile ilgilenmedin şu evle…”
Adam da parlar:
“-Ne? Hiç ilgilenmedim mi?”
“-Evet, hiç ilgilenmedin!” diyerek üsteler kadın, az evvelki çocuklara duyduğu öfkeyi de içine katarak…
“-Hiiiiçççççç mi?”
“-Evet, hiççç!”
Sessizlik… Kadın suskun ve öfkelidir, adam ise gergin ve kırgın… “Ne konuşuyorduk, nasıl geldik buraya?” diye düşündürür bu konuşmalar çiftleri…
Tartışmalar, akla gelmeyen bir noktada başlar ve nasıl olduğunu anlamadığımız başka konulara da geliverir. En büyük tuzaklar da burada başlar. Ve kızgınlıklar, kırgınlıklar tartışılan hadiseden çok söylenen sözlerden kaynaklanır. Aslında evliliklerin en büyük tuzağıdır bu…
Tuzağa düşmemek için, “Söylenmeyin, söyleyin. Karşıdakini dinleyin ve anladığınızı tekrar edin.”
YORUMLAR