Televizyonla insanların önüne, özellikle de genç neslin önüne seçenekler konulur, modeller sıralanır. Her istediğini, her yerde rahatça yapabilen özgür (!), zengin ve rahat (!) gençler… İsraf edilen hayatlar, hoyratça kullanılan bir gençlik çağı…
Bu rahat, hoyrat ve gelecek kaygısı taşımayan hayatı seyrede seyrede gençler:
“–Ben de herkes gibi bir insanım. Benim de hedeflerim, hayattan beklediklerim var. Benim de onlar gibi yaşama hakkım var. Niye ben bu kadar varlıklı ve rahat değilim?!” demeye başlar. Ve içinde bulunduğu şartları, maddî imkânsızlıkları ve ailesini, bu hayata ulaşmaya mânî olarak görmeye yönelir. Artık anne ve babası onun rahatını istemeyen hoşgörüsüz, zamanında aklını kullanamamış ve bunun için zengin olamamış zavallı varlıklardır. Ve işte o an, âile içinde sarsıntıların kök salmaya başladığı andır… Gençler, ailelerinden, çevrelerinden kopar ve başkalaşır.
Sonuç; televizyon tahtına kurulur.
***
Göz, kalbin dünyaya açılan penceresidir. Göz görür, beyin algılar ve kalbe yerleşir. Öğrenmenin yüzdesi görerek artar. Okuma, dinleme, bir de görme gerçekleştiği zaman öğrenme daha kalıcı olur. Ya televizyondan öğrendiklerimiz?!.
Televizyondan gözlerimize, oradan da kalbimize her gün onlarca değer ve imaj taşınır. Karşımızda duran televizyondan her ân bir insanın, olayın veya değerin aksinin kalbimize iz bıraktığını düşünürsek, acaba zamanla sînemizde nasıl bir et parçası taşımaya başlarız?
Eğer her an dünya ile alış-veriş yapmakta olan gözümüzden kâr edemiyorsak, hâlimiz nice olur?!. Bir dükkân sahibi olarak düşünelim kendimizi… Milyarlarca liralık alış-veriş yapılıyor, fakat paralar sahte. Kazandığımızı zannederken bir anda elimizde hiç kalıyor. Tüketilen zaman, verilen emek ve elimizde kalan kocaman bir hiç!..
***
Üzüm üzüme baka baka kararır. Eskiden çocuklar amcaya, halaya, teyzeye benzerlerdi. Çünkü sürekli onlarla birlikteydiler, onları tanır, onları bilirlerdi. Şimdi artık çocuklar, “televizyon halaları”na benziyorlar. Saçlarını ona göre kestiriyor, kıyâfetlerini ona göre seçiyor, konuşma tarzını ona göre ayarlıyorlar.
“İnsan sevdiğine benzer, benzediğini sever. Ve inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız.” derdi, büyükler…
***
Televizyonda hemen hemen her proğramda sunulan çeşit çeşit içkiler görürsünüz. İyi veya kötü rolde olan herkes tarafından kabul gören, neşe ve hüzün meclislerinde bolca tüketilen, tartışılmayan bir içecektir, içki… Televizyonu devamlı seyrettiğimizde şöyle bir düşünce oluşur kafamızda:
“Sizler ister mutlu olun, ister mutsuz olun; ister üzülün, ister sevinin mutlaka bir içki içmelisiniz.”
Sonuç ortada…
Yapılan davranışların bilmecesini çözmek için, psikolojisini anlamak için; gençlerin neden başkalarına benzediğini bilmek için, onlarla beraber biraz televizyon izlememiz ve müzik dinlememiz kâfîdir.
***
Evlerin yeni efendisine, cemiyetin bütün değerleri fedâ edilir. Çocuklar rahatlıkla uzanabilir büyüklerinin yanında… Anneden su istenilir umursamaz bir şekilde… El öpmeler, büyüklere saygı ve hürmet anlamsız kalır, bu çağdaş toplumda…
Devir değişmiştir artık televizyonla. Saygılar kalkınca, yavaş yavaş sevgiler de terk eder yürekleri.
Birbirini anlamayan âile fertleri, birbirine zaman ayırmayan/ayıramayan insanlar bir çatı altında yaşamaya mahkûmdurlar. Yok olan değerler, örf, âdet ve geleneklerle; toplum, artık stres ve şiddetin hâkim olduğu bir toplumdur. Televizyondan haber nâmına fâcialar akar: Birbirini boğazlayanlar, parça parça edenler, kovanlar, dövenler, kesenler, biçenler…
***
Baba eve gelir, yemek yer ve evin yeni efendisiyle baş başa kalır. Ve daha sonra sözler yerini hareketlere bırakır. Baba hem televizyon seyreder, hem de çay içer. Çayı bitince yeni bir bardak istemek için;
“–Hanım eline sağlık, çay çok güzel olmuş. Acaba yaptığın o güzel çaydan bir bardak daha ricâ edebilir miyim?” mi der; yoksa elindeki çay kaşığını boş bardakta karıştırıp “şıngır şıngır” diye ses mi çıkartır?
Neredeyse kendi evimizde, kendi ailemizle işaret diliyle anlaşan bir toplum hâline döneriz.
***
Bir âile ziyaretine gidersiniz. Oturur hep beraber bir film seyredersiniz. Artık eve gitme zamanı gelince birden aklınıza gelir ve hâl hatır sorarsınız. “Bize de gelin!” dersiniz, dil ucuyla ayrılırken; biraz da bizim televizyondan seyredelim muhabbetimizi…
***
Televizyonla egoizm, bencillik yerleşir zihinlere… Televizyonun, reklamlarıyla bizden istediklerini karşılamak için paylaşma, başkalarının derdinden haberdar olma fazîletini yitiririz. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” düstûrumuz, “Devir değişti.” cümlesiyle cevaplanır. Komşu hakkı bir yana, komşuların isimleri bile unutulur. Sevincimizi, hüznümüzü, aşımızı paylaşabileceğimiz bir komşumuz yoktur artık…
***
Eğer mutlu, sağlıklı, güçlü, birlik-beraberlik içinde âile ve toplum hayatı istiyorsak; evlerin yeni efendisini değil, gönüllerimizin efendisini dinleyip; televizyonun düğmesine basıp susturmalıyız onu. Hayatımıza hükmedebilmek için, kendimiz gibi olabilmek için…
Tarlanızda hangi ürünün yetişmesini istiyorsanız onun tohumunu atmanız gerekir!
“Daha yapmam gereken çok şey var!” diye biten bir hayat varsa ortada; pişmanlıklar varsa, çok geç olmadan bir şeyler yapalım.
Geride;
Şuursuz tüketilen bir zaman,
Şiddet içeren davranışlar,
Karakteri oturmamış insanlar,
Kültürden yoksun bir toplum,
Gönlü kırık anne ve babalar,
Huzur evleri,
Sevgi ve saygının cansız bedeni kalmaması için, bu gün kalan hayatımıza yeni bir başlangıç yapalım.
YORUMLAR