Evlerimize Dönelim Artık

Mübarek Ramazan ayı, Receb ayından itibaren duâlar ile kavuşmayı beklediğimiz mukaddes bir ay… “Allâh’ım! Receb ve Şaban ayını bizim için mübârek, bereketli kıl; bizleri Ramazan ayına ulaştır.”  buyuran Peygamber Efendimiz’in duâsı ile dillerimiz, gönüllerimiz şenlenir. Mübârek iki ay boyunca, kim bilir kaç kez bu duâyı tekrarlar dururuz.

Allah nasip eder, mübarek Ramazan ayına kavuşuruz. Kavuşmak harika bir duygudur biliriz de, kavuşunca neler yaparız? Belli ki, Peygamber Efendimiz, bu duâda Ramazan ayına kavuşmayı, sanki bir sevgiliye duyulan iştiyâk ve aşk ile ister. Ve bekler Ramazan ayının gelmesini hasretle…

Kişi, sevgilisine kavuşunca ne yapar? Sevgili bu; herkes bütün hissiyâtını iç âleminde yaşamak ister. Sevgili, topluca paylaşılmaz. Baş başa hasret giderilir. Birebir her ânı onunla birlikte sindire sindire geçirmek ister sevenler, birbirine hasret çekenler... Biz Ramazan ayına hasret çekerken, o mübârek ay da bize hasret çeker. Çünkü hissedilen duygular, tek başına ve karşılıksız değildir. Ne kadar müslüman var ise yeryüzünde, o kadar çok sevdiği ile tek tek hasret giderir Ramazan ayı...

İlk Ramazan gecesinin terâvih namazı ile gerçekleşen buluşma, son iftar yemeğinde vedâlaşma ile sona erer. Herkes, aşkı büyüklüğünce hisse alır Ramazan ayının bereketinden... İç dünyamızda sadece bizim, genelde herkesin mübârek ayı olan Ramazan ayı, pek de nazlıdır. Sevdiği kişiden gördüğü ilgi, sevgi, muhabbet kadar, feyiz, bereket, mağfiret, merhamet kapılarını açar. Öyle ki, her Ramazan ayına kavuşan, onu hakkıyla idrâk etmiş olmaz. Nice şey vardır ki; kıymetini bilemeden, önemini fark edemeden, değerlendiremeden ellerimizin arasından akar gider. Hele de Ramazan, çok çabuk geçer, son gün gönlümüzde hissettiğimiz bir pişmanlık ve hasret içinde bizleri terk eder.

“Seven, sevdiğine ihtirâm eder.” der dilimiz… Ramazan ayını bir sevgili bekler gibi bekleyen ve ona gerektiği gibi hürmet eden Allah Rasûlü’ne bakınca gözlerimiz; bizim şu modern zamanda, popüler kültürün şuursuz yönlendirme ve özentileriyle bu mübârek ayı nasıl da heder ederek tükettiğimizi görürüz.

Son on yıldır, iftar çadırları ile bir değişim baş gösterdi. İkindi namazı ile birlikte girilen iftar kuyrukları… Bir de iftar çadırları, şehrin merkezinde olduğu için kat edilen mesafelerle öldürülen zaman da işin içine girince, iki kat artan yorgunluklar, cadde ortalarında uzayıp giden kuyruklar, yatsı ezânının okunmasına dakikalar kala hâlâ çadıra girememiş oruçlular… Akşam namazını, terâvih namazı öncesi, hemen bir câmide kılıp “madem dışarıdayız, zamanımızı değerlendirelim; varsa bir Ramazan etkinliği ona da katılıp eve öyle gidelim” düşüncesi ve “geç kalırsak salonda yer bulamayız” endişesi ile bu gösteriler uğruna fedâ edilen cemaat namazları… Eğlendirici etkinlik (!) merkezleri; kadınlar, erkekler, çocuklar, kalabalıklar… Geç saatlerde eve dönüş ve:

“-Yorgunluğun adını «gezme» koymuşlar!..” diyen büyüklerimizi doğrulayan yorgunluk…

Belki başlangıç itibariyle iftar açmaya eve yetişemeyen kimselerin, sokak ortasında iftar edebilmeleri için başlatılmış bir faaliyet gibi görünse de iftar çadırları, sonraları sırf o çadırda iftar edebilmek için evinden erken saatlerde çıkıp gelen halk ile dolup taşmaya başladı. Çadır iftarcıları, hep aynı sözü söylerler:

“-Bir değişiklik olsun dedik ve bu gün iftarı bu çadırda açmaya karar verdik…”

Bir değişiklik olsun düşüncesi ile, ihtiyaç sahibi ya da ihtiyaç sahibi olmamak fark etmeden doldurulan iftar çadırları... Acaba “bedava yemek, baldan tatlıdır” inancı ya da “bir günlük yemek pişirmekten kurtulurum” rahatlığı mı?! Ya da sadece kuru bir merak mı? Meselâ “Bir de biz deneyelim dedik, acaba nasıl bir şeymiş, sokak ortasında iftar etmek!..” düşüncesi mi, buralara insanları çeken duygular?!

Gerçekten ihtiyaç sahibi değilsek şayet, hangi niyet ile gidersek gidelim, her biri zaman kaybı, yorgunluk, mâneviyât bölünmesinden başka bir şey kazandırmayan üstelik nice fukarânın hakkını yemenin vebâliyle neticelenen gayretler…

Ramazan ayını sokaklarda geçirmeyi sevdik bizler... Sevgilimizle sokaklarda zaman geçiriyoruz. Sokaklar, bütün dikkat ve ilgimizi dağıtıp bölünmüş ilgilerle, darmaduman hissiyatlarla ömrümüzü törpüleyip bitiriyor.

Ramazan ayında illâ bir eğlence tertip edilmeliymiş gibi yarış içinde yerel yöneticiler… Eskinin direkler arasını mı canlandırmak isterler bilinmez de, kültürümüzün hatırlatılması, çocuklarımıza eski Ramazanlar nasıl olurmuş diye göstermek için yapılmış gibi görünse de Ramazan ayının rûhundan çok uzak faaliyetler maalesef bunlar…

Asıl olan, İslâmî kültür adı altında eğlenmek değil, cehennemden kurtuluşa vesile olan Ramazan ayını ibadetlerle değerlendirmek ve Allah Rasûlü’nün bu bereketli günleri nasıl değerlendirdiğine bakarak öğrenmek lâzım… Asr-ı saâdete bakınca hânelerde ve mescidlerde değerlendirilen ve sokaklardan, eğlencelerden alışveriş merkezlerinden çok uzakta geçirilen Ramazan günlerini müşâhede ediyoruz.

Kölelerin dahî işlerinin mümkün mertebe hafifletildiği, herkesin Ramazan ayından azamî istifade ile zamanlarını Allah ile baş başa geçirmelerini sağlama esasının gözetilmesi… Bir sabah, bir de ikindiyi müteâkip Kur’ân tilâvetleri… Yapılan özel duâlar, verilen sadakalar… Sadece insanlara hizmet etmek için, onların ihtiyaçlarını karşılamak için evlerden ayrılışlar… Gündüz bedeni de, rûhu da yormadan, evde ne varsa, abartıya kaçmadan hazırlanan iftar yemekleri… İftara dâvet edilen garipleri de, eş-dostları da aynı ilgi, sevgi ve heyecanla karşılayıp, onlara hizmet etmenin ibâdet sevabı olacağı düşüncesiyle hazırlanan ifrat ve tefritten uzak yemekler…

Câmide ya da evde kılınan teravih namazlarından sonra, istirahate çekilip seher ve sahur için beden ve rûhu hazırlama gayretleri… Çünkü sahur ile yeni bir Ramazan günü başlayacak ve bu mübârek gün namazlar, zikirler, duâlar ve tesbihler ile taçlanacak.

Büyükşehirler… Panayır yerine çevrilen o güzelim tarihî selâtin câmiler… Ayakta tüketilen her türlü yiyeceklerin satanların, çeşit çeşit yemek kokularının her tarafı kapladığı mukaddes mekânlar… Tülbentten tutun da hediyelik eşyaya kadar bilumum işportacıların arasına sıkışmış “Güllü Yâsîn” denilen kısa sûre ve duâların bulunduğu kitap satıcıları da var tabiî ki… Bir de bunların teşhir edildiği en kabasından tasarlanmış gecekondu misali zarâfetten uzak dükkânlar… Kalabalık, karmakarışıklık ile ne rûhumuzun, ne de gönlümüzün kaldıramayacağı sahneler, bütün Ramazan boyunca devam eder oldu.

Ya da bakıyoruz çadır misâli kurulu bir yerde senit, oklava, saç börekleri arasında bir iftar açımı, arkasından pek de bir revaçta olan kıl çadırlarda mûsiki dinletileri, nargile fokurtuları arasında devam eden sözde entelektüel sohbetler, dünyayı kurtaracak muhabbetler…  Konuşma sırası bana gelse de bütün bilgilerimi döküversem, böylece meydan entel görse edâsında kadın-erkek dindar arkadaş toplulukları harmanlanır oldu Ramazan gecelerinde… Anne ve babaları, tek başlarına evlâtlarını beklese de, şimdi zaman böyle… Sonra dindar (!) arkadaşlar, birbirlerini bırakırlar evlerine…

Bir de evde ne pişirdiyse, piknik sepetine doldurup sanki pikniğe gidiliyormuş gibi konu komşu toplanıp câmi avlusuna koşup, serilen örtülerin üstünde sokak aralarına kadar taşan farklı bir iftar yapma türü çıktı ki, bunun neresi, nasıl anlatılır bilemedim? Herkes birbirinin yemeğini görür, sokaktan geçen hepsini görür… Amaç büyük bir câmi avlusunda bir araya gelip o câmide namaz kılmak deseler de; nerede görülmüş üç büyük mescidin hâricinde mescidler için böylesi konu komşu toplanıp bir araya gelmeler? Ramazan’ın sadece bir günü değil, her Allâh’ın günü iftarını aynı şekilde açan insanlar hiç de az değil… Gül, eğlen, oyna, çocuklar koşsun, koşuştursun piknik alanı mübârek... Beslenme çantaları ellerde, sokaklarda geçen iftarlar… İftar mı ediyoruz, gönül mü eğlendiriyoruz, bu konu ayrıca değerlendirilmeli…

Çok içi sıkılan bir toplum olduk. Evlerimiz bizlere dar gelir oldu, misafirlerimizi evlerimizde değil de Paşa konaklarında, dâvet verenlere hizmet etmek için ayarlanmış özel ve tarihî yerlerde ağırlar olduk. Artık yemekleri biz pişirmiyoruz; konaklar, köşkler, sosyal tesislerdeki görevliler pişiriyor, misafirlerimizi onlar ağırlıyor, biz sadece paralarını veriyoruz.

Paşa konağında bir iftar dâveti; adı bile büyük…

Pek de yayıldı bu anlayış… Duyuyoruz ki birisi iftar yemeği veriyormuş; hemen soruyoruz:

“-Nerede veriyor iftar yemeğini?”

“-Soru mu bu? Evinde veriyordur tabiî ki…”

Hayır efendim! Ne evi; biz çalışan insanlarız, hem insanlara iftar ettirme ibâdetinden mahrum olmayız, hem de popüler kültürün gittiği yerlerde iftar ederiz. Kadınlar ve erkekler süslenerek gelirler. Düğün havasında dâvetler... Bir kahve içiminden, derin sohbetlerden sonra çıkar terâvihimizi de kılarız, gece yarılarından sonra ver elini evimiz… Zamansızlıktan yakınırken zamanı nasıl da tüketiveririz. İşin güzel tarafı da var tabiî ki; evimiz kirlenmedi, evin hanımı yorulmadı, eş dost da Paşa konağında iftar açma şansını yakaladı. Bir taşla onlarca kuş vurduk.

Eski zamanlarda kalmış evlerde iftar dâvetleri vermek… Büyük şehirlerde hayat, artık böyle…

Kimi ana-babalar on bir ay durur durur çocuklarını hiçbir sosyal faaliyete götürmez,  geçmişin “direkler arası” etkinliklerini göstermek için gölge oyunu ve benzeri eğlencelere, konserlere götürmek geliverir akıllarına, Ramazan ayının en güzîde, en kıymetdâr saatlerinde…

Gece yarılarına kadar açık dükkânları gezer kadınlar, kocaları ile birlikte…  Ramazan ne güzel geçiriliyor öyle sokaklarda, çarşılarda, sözüm ona dolan taşan, bir izdiham içinde câmi avlularında…

Mâneviyât, huzur; kişilerin hânesinde olmalı iken, mâneviyât ve sokak birlikteliği pek bir tutuldu memleketimizde…

Geleneksel âile yapısını hâlâ devam ettiren, şehrin eşrâfından olanların iftar dâvetleri ise, tribleks ya da dubleks evlerinde büyük bir ihtişam içinde, dünya kadar paraya satın alınmış yemek takımları, örtüler arasında, bir değil, en az on çeşitten müteşekkil sofralarda, tam da:

“-Şânımıza yakışan dâvet, ancak böyle olur, dostlar bir iftar görsün!..” havası ve gösterişi içinde…

Tabiî imkânı geniş olduğu kadar, sofrası da, gönlü de geniş, sofrasında zengin-fakir herkesin yer bulabildiği zenginlerimizi tenzih ediyoruz. Onlar, birilerine bir şeyler göstermenin derdinde değiller… Onlar, Rablerinin kendilerine sunduklarını, onun kulları ile paylaşmanın sevincini yaşıyorlar. Ama bu sofralarda bile riyâ ve israf sınırlarına azami dikkat göstermek gerekiyor. Sofraları, iğne atsan düşmeyecek şekilde doldurup da sonra yenilmeyen her şeyi çöpe atmak, az bir vebal mi? Hele bir gün boyunca ağzına tek lokma bulamayacak kadar açların bulunduğu bu dünyada…

İllâ bir gösteriş derdinde olmak ile tamamen huşûlu, mütevâzi ibâdetler isteyen mübârek Ramazan ayı, ne büyük tezatlar içinde… Namaz kılmak için bir gıdım nefese muhtaç midelerle ne de güzel ibâdet edilir, ama tıka basa dolu midelerin ağırlığı ve ter içinde…

Kadınlar farklı faaliyetlere katılır oldular Ramazan gecelerinde, erkekler ayrı faaliyetlere… Çocuklar ise, devamlı anneleri ile birlikte... Arabalarına kurulan beyler ve hanımlar, akşam üzeri arabaları ile trafikte… Kim sorarsa, Ramazan’ı değerlendiriyoruz!..

 Hani biz, on bir aylık bir hasret ile beklediğimiz, sevgilimiz ile bir arada, baş başa ve huşû içinde geçirecektik vakitlerimizi?!. Yine birbirimizle, eğlenceler, panayır, fuar gezileri ile sevgiliyi bekleterek, başka şeyler ile gönül eğlendirilerek geçiriliyor mübârek saatler...

İnsanlar, Ramazan ayını uğurlarken neler hissediyorlardır pek merak ederim:

“-Dolu dolu harika günler geçirdim sokaklarda!..” mı diyorlardır, yoksa rûhlarında kalplerinde bir boşluk, bir acı, sıkıntı, hüzün mü vardır?

Evlerimize dönmemiz lâzım. Gösteriş ve şatafattan uzak, mütevâzî, ihlâslı iftar dâvetlerimize dönmemiz lâzım!.. Eğlenceyi bir tarafa bırakıp, kul olmak için gayret etmemiz lâzım. Çünkü sevgili ile geçirilmesi gerekli mübârek saatler, nefsimiz ile geçirilmekte… Nefsimizi memnun edip, onu ne çok sevdiğimizi tekrar tekrar îlân etmelerdeyiz… Nefsî davranışların buram buram tüttüğü yerlerde Ramazan ayı, bereketi ile, ihlâsı, feyzi, nûru, mağfireti ile, bütün bu Rahmânî hediyeler ile kendisini sergileyebilir mi? Gördüğü ilgi kadar kendisini âşikâr eder; değer verene değer verip, huzur içinde ayrılır gider…

Evlerimize dönmemiz lâzım!.. Evlerimiz, ibâdetlerle, iftara dâvet ettiğimiz kişilerin duâları ile bereketlenir, cennet bahçelerine döner ancak… Eşlerin birbirine muhabbeti, sokaklardan uzakta, sadece eşe saklanan güzel kıyafetler, hoş edâlar içinde, mânevî iklimlerin mağfiret yağmurları içinde akmalı ki, perçinleşsin…

Cemaatle kılınan namazların dışında, evlerimizde geçireceğimiz, asr-ı saâdet Ramazanlarına son derece muhtacız…  Bizler de, çoluk çocuğumuz da, eşimiz dostumuz da… Rabbim, mahrum etmesin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle