“Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!”
İsmet Özel
“Dünyada mekân, âhirette îman” sözüyle, bir ev sahibi olmanın önemi tescillenir zannederdik; lâkin son dönemde anladık ki, yaşadığımız evi, yuva hâline getirebilmek, daha büyük önem taşıyormuş.
Ev derken, sığındığımız mekânı kastederiz. Orada teneffüs ettiğimiz hava, canlı-cansız her varlığın rûhundan sirâyet eden, görünmez, efsunlu bir bileşimdir aslında... Her nefeste havaya süzülen neşe ve keder, endişe ve huzur; aynîleştirir canları, eksikleri doldurur, birleşik kaplar misâli... Arapça’da “ev” kelimesini karşılayan yedi kelime görürüz: Menzil, mekân, beyt, dâr, mesken, mahalle, vatan... Kelimelerin her biri, insanı bir yönüyle tamam eder ve yeryüzüne ait kılar.
Artık her şeyin “ev-cesi” konuşuluyor, bütün işaretler tek yönü gösteriyor: “Evde hayat var!”, “Hayat eve sığar!”, “Evde kal, sağlıklı kal!”... İnsanoğlunu kendi evinde olmaya iknâ edebilmek için sloganların en tesirlisi seçilmeye çalışılıyor. Diğer yandan, evdeki hayatın da ilgi çekici olabilmesi için, bütün ihtimaller değerlendiriliyor. Online seminerler, sanal müze gezileri, e-kitaplar, spor aktiviteleri, âile fertleriyle iletişimi geliştirme tavsiyeleri...
Hepsi güzel, lâkin önce anlaşılmalı değil miydi dünyada olup bitenlerin mânâsı? Yaşamaya dair, derinlerden geçen öyle sorular vardır ki, beklenmedik bir zamanda kendini öne getirir ve zihin konforunu bozar. Daha ısrarla çalar kapıyı, sandığım gibi değilmiş, artık sormazsam olmaz dedirtir.
Bir şeyler sanki yer değiştiriyor, sadeleşiyor, özleşiyor ve farklı bir atmosfer yayılıyor kâinâta… “The Guardian” dergisi, Mayıs ayında yayınladığı bir yazıyla, hayatımızda meydana gelen dönüşümü, giderek yükselen “ev yemeği” trendiyle ele aldı. Son verilere göre, Amerika’da yaşayan insanların yarıdan fazlası, artık evde yemek yapmaya başladı. Bu durumun, ekonomik ve sağlıklı, hem de rûhî açıdan daha rahatlatıcı kabul edilen, “yeni normal” olduğu ifade edildi.
Karantina döneminde, evde yaşanan yüzleşmenin diğer boyutları da başlıklarda yerini aldı: “Tek çocuklular, kardeşi olmayanlar nasıl etkilendi?”, “Trajedi, kadınların annelikten uzaklaştığını görmek”, “Evdeki beraberlikleri tamir ederek sıkılaştırma dönemi” gibi yazılarla, tamamlayıcı çözümler bulmaya gayret edildi.
Var olabilmenin bütün imkânı önemli ve görünür olmaya ayarlanmışken, bir gün tek çözümün eve dönmek olabileceğine, kim ihtimal verebilirdi? Normalleşme ve yeni normal kelimeleriyle terennüm edilenler, hayatımızda altüst olanları âşikâr ediverdi. Zaten normal olan, evinde kendi yiyeceği yemeği pişirmek değil midir?
Yazıda zikredilen araştırmaya göre, ev yemeğine gösterilen ilginin en düşük olduğu dönem, iş hayatına giren kadın sayısında büyük artış yaşanan 1980-2000 yılları arasındaki süreçti. Elbette, her değişimin arkasında biriken ve onu doğuran farklı sebepler mevcut, fakat neticenin yansımaları, aynı süreci yaşamamış olan diğer toplumlara da hızlıca ulaşıyor. Tesir çemberindeki inanan insanlar olarak, pergelin ucunu sabitlemeden dolaşmak ve âileye karşı muhafazakâr olamamak, toplumsal savrulmayı da beraberinde getiriyor.
Evdeyken ruh sağlığını koruma önlemlerine neden gerek var? Asıl ihtiyaç, toparlanıp bütünleşerek sükûnete kavuşmakmış. Nereye gitsem, ne giysem, neredeki waffle güzel pişiyor, nerenin lavabosu daha temiz… Aradığımız şey, filmlerin, şarkıların fısıldadığı büyülü hisler, dışarıda değil, içimizdeymiş.
Epigraf olarak kullandığımız şiirde ev’den kasıt; muhtemelen yurt, vatan, ülkedir. Yani toplumun evi, Büyük Ev. Şimdi sorabiliriz: Âilenin küçük evi olmadan, cemiyetin büyük evi olabilir mi? Kökü sağlam olmayan bir ağaç, dik durabilir mi?
YORUMLAR