Avlanmayı çok seven bir padişah vardı. Birgün yine erkânını toplamış ve civârdaki bir ormanda avlanmaya başlamıştı. Herkes av telaşına düşmüş, bu sırada padişah da karşısına çıkan nazlı bir ceylanın peşinde, maiyyetinden ayrıldığını farketmemişti.
Aradan saatler geçtiği hâlde ceylana ulaşamamış, yorgun ve bîtap bir vaziyette kalmıştı. Etrafına bakınıp, ıssız bir yere geldiğini ve havanın da kararmakta olduğunu görünce, içini bir korku kapladı. Sarayına nasıl dönecekti? O vaziyette sağa sola doğru gezinirken ormanda iyice kaybolduğunu anladı. Bir an önce birilerini bulmalı ve geceyi onlarla beraber geçirmeliydi.
Birden ileride bir ateşin bulunduğunu gördü. Birilerini bulabilme ümidiyle, ateşe yaklaşmaya başladı. Ateşin yanında büyükçe bir çadır ve çadırın yanıbaşında bir koyun sürüsü vardı.
Padişah çadıra doğru seslendi:
“–Hey, orada kimse var mı?”
Çoban koyunların arasından çıkarak:
“–Buyurun, bu tarafa gelin.” dedi. Ve güleryüzle yanına yaklaştı.
“–Hoş geldiniz. Ben de nicedir misafir yolu bekler dururdum. Hemen geçin, istirahat edin!..” diyerek çadırını gösterdi.
Padişah, dağ başında bu misafirperverliğe şaşırdı. Çadıra geçip oturdu. Kısa bir zaman sonra çoban elinde bir tencereyle çadıra girdi. Tencereyi ortaya koyup, misafirini de sofraya davet etti. Padişah gün boyu devam eden koşuşturmanın ve ormandaki tertemiz havanın verdiği iştahla sofraya kuruldu. Çobanın şaşkın bakışları altında yemeği yeyip bitiriverdi. Bir yandan da:
“–Çok güzel olmuş, ellerine sağlık!.. Hayatımda hiç böyle bir ciğer yemeği yememiştim.” deyip duruyordu. Çoban tekrar dışarı çıktı ve yarım saat içinde bir tencere daha getirdi. O yemeği de padişahın önüne koydu. Bir yandan da misafirini yemesi için teşvik ediyor ve her fırsatta yemeğin devamı olduğunu söylüyordu. Tencereler bittikçe dışarı çıkıyor, yarım saat içinde taze pişirilmiş ciğerlerle geri dönüyordu. Padişah iyice şişmiş bir vaziyette, minnettar gözlerle çobana baktı ve teşekkür etti. Sonra ihtiyaç tazelemek üzere dışarı çıktığında, gözleri fal taşı gibi açıldı. Çoban, misafirini ağırlamak üzere dört tane koyun kesmiş ve ciğerlerini çıkartıp, onunla yemek yapmıştı. Çadıra döndüğünde bu cömert çobana ziyadesiyle teşekkür etmek istedi ve:
“–Niye bu kadar zahmet çektin. Sadece bir tanesinin etlerinden de yemek yapabilirdin.” dedi, demesine ama, yüzünde patlayan bir şamara da engel olamadı. Çoban sert bir şekilde:
“–Ev sahibinin işine karışma!” demekle yetindi.
Padişah bu cömert ve asil çobana şaşkınlıkla baktı, ama bu tokadın da acısını unutamadı. İçinden “Sonra görüşürüz!” diyerek çadırda konakladı.
Padişahı ertesi gün de ağırlayan çobanla vedalaşma vakti geldiğinde, padişah kendisini tanıtmadan:
“–Şehre işin düşerse bizim misafirhaneye de bekleriz.” diyerek ayrıldı.
* * *
Aradan aylar geçti. Birgün çobanın şehre gitmesi gerekti. Bu arada eski dostunu da ziyaret etmeyi düşündü. Şehre varıp tarif edilen yere geldiğinde karşısına kocaman bir saray çıktı. Kapıda bekleyen askerlere yaklaşıp, misafirini tarif ettiğinde, askerler:
“–O senin tarif ettiğin kimse bizim padişahımız... Padişahımızın senin gibi bir çobanla ne gibi bir işi olabilir? Haydi, zor kullanmadan buradan uzaklaş!” diye ikaz ettiler.
Fakat çoban ne yapsalar oradan ayrılmak istemedi ve:
“–Hele siz bir padişahınıza haber gönderin. Gerisi kolay!” dedi.
Nöbetçiler, istemeye istemeye huzura çıkarlar ve bir çobanın kendileriyle görüşmek istediğini padişaha arz ettiler. Padişaha gün doğmuştu. Hâlâ yanağında hissettiği o tokadın acısını çıkartmak ve kendisini can u gönülden ağırlayan bu ev sahibine minnetten kurtulmak arzusundaydı. Hemen vezirine gümüş tabaklarla, nâdide kaşık ve çatallarla müzeyyen, mükellef bir sofra kurulmasını emretti.
Sofra bir ırmağın kenarında kuruldu. Yemekler neşe içinde yenildi. Sofranın sonuna doğru padişah, kıymetli mücevherlerle süslü sofradaki eşyaları birer birer nehire atmaya başladı. Bir taraftan da gözü çobandaydı. İstiyordu ki, çoban müdahale etsin ve o da dağdaki tokadın intikamını alsın. Fakat çoban hiç oralı olmadı. Yemeğine kaygısızca devam etti. Vezir işin evveliyatını bilmediği için, padişahın bu hareketine anlam veremedi ve nihayet:
“–Padişahım, o nehre atmakta olduğunuz eşyalar, hazinenin en kıymetli parçalarıdır. Şu an ziyân olup gitmek üzeredir.” dedi. Çoban sükûnetini hiç bozmadan, bir tokat da vezire attı ve tekrarladı:
“–Ev sahibinin işine karışma!”
YORUMLAR