Merhamet; başkalarının durumu karşısında acıma ve gönül yufkalığı demektir. Îmânın göstergesidir. Kuvvetli îman sahipleri, bu duyguyu yoğun olarak yaşarlar. Nebevî lisanla:
“Yeryüzündekilere merhamet edin ki; gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyrulmuştur. (Tirmîzî, Birr, 16)
Başka bir deyişle, “Yaratandan ötürü yaratılanı sevmeliyiz.” Zira gerçek merhamet; güçlü bir Allah sevgisinden kaynaklanır. Bu kâinâtta hiçbir şey boşuna ve gereksiz yaratılmamıştır. O hâlde bütün canlılara şefkat göstermek gerekir. Mü’min; gönlü îman ışığı ile parlayan, yani rahmet saçan bir kimsedir.
Merhamet duygularının hızla erozyona uğradığı toplumumuzda, yaratılmış bütün canlılara acımak şöyle dursun; neredeyse anne-babanın çocuğuna, evlâdın anne-babasına karşı kalplerinin taş kesildiğine dâir sayısız hâdise ile karşılaşmaktayız.
Yavrularımız, madde âlemine öylesine daldılar ki; yürekleri katılaştı, insânî duygularını hızla kaybetmeye başladılar. Sabahtan akşama kadar internetin başına oturup dünyada olup bitenlerden habersiz, vakitlerini hebâ eden nice çocuklar biliyorum. Bir tanıdığımızın oğlu, bütün zamanını bilgisayar başında geçiriyor. Hattâ bir gün annesi, çok hastalanıp içeride kıvranırken, delikanlının bundan bile haberi olmamış. Babaannesi gelip annesini doktora götürmüş. Hastahâneden geldiklerinde çocuk, hâlâ internette… Onların hâlini-hatırını bile sormayacak kadar katılaşmış kalbi…
Peki; bu hâle nasıl geldik? Yavrularımız, neden bu kadar vurdumduymaz, acımasız ve maddeci oldular?
Günümüz gençleri, hattâ çocukları bile ellerinde cep telefonu ya da bilgisayar; neredeyse bütün vakitlerini onlarla geçiriyorlar. Teknolojinin hayatımıza girmesi ile âile içi sevgi, muhabbet ve iletişim neredeyse sıfırlanmış; evde herkes kendi hâlinde, kimsenin kimseden haberi yok!.. Bizim îmânımız ne durumda, çocuklarımıza iyi birer örnek olabiliyor muyuz? Yoksa televizyon başında vakit geçirerek, ne hâlleri varsa görsünler deyip; daha sonra da onlardan insanlığa bir hizmet mi bekliyoruz? Hiç bu konuda kendimizi sorguladık mı acaba?
Evlâdımızı yetiştirirken; onun hayat felsefesini oluşturan prensipleri neye göre belirliyoruz? Yumuşak bir hamur mesâbesinde, Rabbimizin bize emâneti olan yavrularımızın karakterini nasıl şekillendiriyoruz? Onları en iyi okullara gönderip, mevkî-makam sahibi olsun, hiç sıkıntı çekmeden güzel bir hayat sürsünler diye çabalarken; galiba esas verilmesi gereken insânî duyguları ve îmân hassasiyetini hep arka plâna attık!..
Bu, çocuklarımızı okuldan alalım, onları câhil bırakalım ve sadece Rabbimizin emir ve yasaklarını öğretelim, mânâsına gelmez. Evlâdımızı hem bedenen, hem rûhen beslemeliyiz. Hem dünyalarını, hem de âhiretlerini îmâr etmeliyiz. Dünyâlarını süsleyip bezerken, âhiretlerini harâbe hâline getirmemeliyiz.
Yavrularımıza aşılamamız gereken insânî duyguların başında “merhamet” gelir. Merhamet eden insan, cömert olur, fedakâr olur, insanların iyiliğine çalışır. Merhametten mahrum insan, katı kalpli, vurdumduymaz, bencil, kibirli ve cimri olur. İnsanların yükünü çekmeye çalışmaz, bilâkis kendi yükünü insanların sırtına yüklemekten zevk alır.
Öyleyse merhamet eğitimi, her şeyin başındadır. Bir kediyi sevmeyi öğretmek, bir hayvana şefkatle yiyecek vermek, bir çiçeği sulamaktan başlar merhamet… Bir çiçeği, bir hayvanı, bir ağacı sevemeyen insan, başka bir insanı da sevemez, ona da acıyamaz. Bütün bunlar, insana, başkasının yerine kendini koymayı öğretir. Acımayı, yaptığı iyilikten maddî karşılık beklememeyi… Bir yaşlının elinden tutan, bir bebeğin başını okşayan çocuk, merhamet mektebinde talebe olmuş demektir.
Maalesef günümüzde hoyrat hayat, çocuklarımıza ve gençlerimize bencilliği öğretmektedir. Bugün kedilerin kuyruğuna teneke bağlayan çocuk, ileride kedi boğazlamaktan zevk alacak hâle gelebilir. Bugün sebepsiz hayvan öldüren, onun çektiği acıyı hissetmeyen, hattâ bundan zevk alan gençler, yarın gözünü kırpmadan insan öldürmeye kalkabilir.
Bir de günümüzde başka birisine yapılan iyiliği, tabiri câizse “enâyilik” olarak gören bir zihniyet var. İnsanların kalplerini katılaştıran en büyük sebeplerden birisi bu!.. Kapıya gelen dilenciyi kovmak, yol kenarında bir şeyler satarak “helâlinden” para kazanmaya çalışan çocukları veya yaşlıları azarlamak doğru, onlara bir şeyler vermek enâyilik, öyle mi?! Peki, içlerinde gerçekten ihtiyaç sahibi olanlar ne yapsın?!.. İnsanların hor ve hakir bakışlarından kurtulmak için gece vakti evlere girip “alınteri” (!) ile başkalarının mallarını mı çalsınlar?! Bugün üç kuruş sadaka vermeyi enayilik görüp bundan yüz çevirenler, yarın malları-mülkleri ellerinden gidince ne yaparlar?
*
Âilelerde merhamet eğitimi, muhabbetten başlar. Çocuğunu kucağına alıp sevmeyen, onunla oturup konuşmayan, onun dertlerini dinlemeyen anne-babalar, âdeta çocukları ile kendi aralarına görünmez bir duvar inşâ ederler. Her fırsatta çocuklarını kendilerinden uzaklaştıran ve ancak böyle rahat (!) edip başını dinleyebilen anne-babalar, gün gelip çocukları, o duvarların arkasında kaldığında üzülmemelidirler. Aynı yukarıdaki misalde olduğu gibi, çocuğu “rahat etsin, mutlu olsun, aman ayak altında dolaşmasın, bilgisayarıyla meşgul olsun da ben de kendi işlerimi göreyim” düşüncesiyle bilgisayar veya internete hapseden ebeveynler, sonra “yavrumuz neden bizden bu kadar uzak” diye feryat etmemelidir!..
Yavrularımızın yaptığı her güzel davranışı takdir etmeli, onları ödüllendirmeliyiz ki; bu yönü güçlensin. Zira tenkit soldurur, takdir oldurur, yani olgunlaştırır. Fakat özellikle küçük yaşta, mümkün olduğunca, maddî ödülden sakınmalıyız ki; maddeci ve menfaatçi alışmasınlar. Onları mânevî yönden ödüllendirmeliyiz. Kucaklayıp öpmek veya birlikte onun hoşuna giden bir şeyi yapmak gibi… Çocukluğumda babam işten gelip beni kucağına alacak diye gözüm saatte kalırdı ve beni bundan mahrum bırakmasın diye onu üzmemeye gayret gösterirdim.
Bir de bazı anneler, çocuklarına karşı aşırı şefkatlerinden dolayı, onların bütün işlerini halletme gayreti içindeler. İşte bu, onlara karşı en büyük merhametsizliktir. Yavrumuzun gücü yettiği her şeyi kendisinin yapmasına fırsat vermeliyiz. Çünkü insanın harekete ihtiyacı var. Yorulacak ki; vücudu güçlenecek. Gereğinden fazla koruyucu olmamalıyız. Onları yalnızca günahtan ve kötülüklerden sakındırmalıyız. Kıyamadığı için evlâdını sabah namazına kaldırmayan, çok zayıf olduğu için kocaman çocuğa oruç tutturmayan anneler bilirim. Hâlbuki yavrucağın bu ibâdetlere de ihtiyacı var!.. Çocuğunuzu gözünüzün önünde ateşe atsak buna dayanabilir misiniz? Bu, bir hastaya sırf canı yanmasın diye merhamet edip; onu şifaya kavuşturacak iğneden veya ilaçtan mahrum etmeye benzer.
Evlatlarımızın hatalarını görmezden gelmek ve ört bas etmek de doğru bir davranış değildir. Onları uygun dille uyarıp, bu hareketlerinden vazgeçirmeye çalışmalıyız. Zira karşısına çıkacak herkes annesi değil ki; yanlışlarını görmezden gelsin. Onları hata yapmaya alışmaktan korumalı ve kusurlarını kabullenip bu hatalarını düzeltmeyi öğretmeliyiz. Böylece işlediği günahtan dolayı tevbe etmeye de alışır. Merhum Mûsâ Topbaş Hazretleri’nin çok sevdiğim bir sözü vardır:
“Yeri geldiğinde kaş çatmak, esas merhamettir.”
Ayrıca çocuklarımıza hayatı tozpembe gösterip; “biz çok sıkıntı çektik, onlar çekmesin!” diye önlerine her imkânı sunmak da onlara yapılabilecek kötülüklerin en büyüklerindendir.
Bunun birinci sebebi; sizin her zaman onların yanında olacağınızın garantisi yoktur, onlar hayatın zorluklarına karşı kendi başlarının çaresine bakmayı öğrenmelidirler. İkincisi; herkes onlara, sizin gibi davranmaz, çeşitli insanlarla karşılaşınca ne yapacaklarını bilmeliler. Üçüncüsü ise; acılar insanı olgunlaştırır, büyütür. Canın yanacak ki; rûhun güçlensin. Meyveleri olgunlaştıran da güneşin kavurucu sıcağı değil midir? Sıkıntıya düştüğümüz her ânı, Rabbimize yaklaşma vesilesi bilip, iyi değerlendirmeli; çocuğumuza da bu şekilde öğretmeliyiz. Yani “Aman yâ Rabbi!” diyebilmenin hazzını yaşatmalıyız. Zira bu dünya, rahat yeri değil.
Çocuğun her dediğini kayıtsız-şartsız yapmak da merhametsizliktir. Çünkü dünyada kimin isteği her zaman ânında olur?! Böyle bir durum, çocukları nankörlüğe alıştırır. Sahip olmak için sabretmeyi bilmeyen, onun için çile çekmeyi göze alamayan çocuklar, hayat boyunca her şeye kolayca ulaşabileceklerini zannetmeye başlarlar. Hâlbuki hayatın böyle bir lüksü yoktur. Her şey hazır olup önünüze geldiğinde bile, lokmayı ağzınıza atıp çiğnemeniz gerekmektedir. Her şey emek karşılığıdır. Çalışmadan kolayca ulaşılan şeylerin kıymeti bilinmez. Çocuk sahip olmak için zorlanacak ki; elindekilerin değerini bilsin.
Ayrıca çocuğumuzu Allah için hizmete teşvik etmeliyiz. Bunu engellemek ona yapılmış en büyük haksızlıktır. Çünkü bu dünyada Allah için yapılan işin lezzeti, hiçbir şeyde yoktur. Çocuk, hayır işlerinde gece-gündüz koşturuyor, yoruluyor ve hâlinden çok mutlu… Fakat anne-babası, ona kıyamadığı için:
“-Boş ver oğlum, bırak bu işleri!.. Seni kullanıyorlar.” diyerek çocuğunu kendi dilleriyle zehirliyorlar. Onun içindeki iyilik yapma heyecanını, insanlara duyduğu iyi niyeti tırpanlıyorlar. Unutmamak lâzımdır ki, Allah için hizmet eden, mahrum olmaz!..
Bir de yavrularımızı Allah dostlarıyla olmaya teşvik etmeliyiz. Onları sevdirmeli, sohbetlerden mahrum bırakmamalıyız. Çünkü yürekler su gibi, bulunduğu kabın şeklini alır. Çevre güzelse, insan da güzelleşir.
Şefkatli anne-babaların yapacağı en önemli şeylerden biri de çocukları için hayır duâlar etmek, onların gönüllerinin kuvvetli bir îmân ve Allah sevgisiyle dolu olması için Rabbimize yalvarmak…
Kısacası en merhametli anne-baba, evlâdını bu dünyanın zorluk ve sıkıntılarıyla başa çıkabilecek güçte yetiştirirken, onları âhiret imtihanına da en güzel şekilde hazırlayandır.
Rabbim, cümlemizi kuvvetli îman sahibi, yüreği merhamet ve muhabbet dolu kullarından eylesin. Bizlere de merhamet sahibi hayırlı bir nesil yetiştirmeyi lûtfeylesin… Âmîn!
YORUMLAR