Er-Rızku Alallah

İnsanoğlu yaratılmaya başlandığı andan itibaren rızkı da hazırlanmıştır. Anne karnında göbek kordonundan gelen rızkı, doğumdan sonra her dâim taze gelen anne sütüyle karşılanmış; dişleri çıkıp kendisi yemeye başladığı zamana kadar ise âilesi tarafından îtinayla doyurulmuştur. Büyüyüp hayata atıldıktan sonra çalışmak ve kazanmak sevki ile rızkını aramış, türlü sebeplere yapışmıştır. Yetim, öksüz, hasta, miskin olduğu zamanlarda Allâh’ın lûtfetmiş olduğu rahmet ve şefkat duygusuyla nasibi hazırlanmış, güç kuvvetten düşüp ihtiyarladığında ise, evlat ve torunları tarafından merhametle beslenmiştir.

 Rızık, Âlemlerin Rabbi tarafından kişiye özel olarak ezelde takdir edilmiştir. Bu, bazen bizzat ikram olarak, bazen hibe-mîras olarak, bazen de bizzat kişinin el emeği-alınteri olarak sunulmaktadır. Ömür bitmediği müddetçe, rızık da aslâ bitmez, kesilmez. Nitekim Allah Teâlâ:

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın…” (Hûd, 6) buyurmuştur.

Hazret-i Hacer’i, küçük çocuğu İsmâil -aleyhisselâm- için kurak Safâ ve Merve tepeleri arasında yedi defa koşturan, bu rızık arayışıdır. Muhakkak her canlının rızkı ayrılmıştır, ama buna ulaşabilmek için çalışma, çaba, sa’y elzemdir. İnsana, ancak çalıştığının karşılığı verilecektir. Ümmetin peygamberleri dahî tebliğ vazifelerinin yanında kendi rızıklarını kendileri aramışlar, çeşitli mesleklerde çalışmışlardır. Tıpkı Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin, “Rızık için endişe edilmemeli!.. Allah çalışmayı emrettiği için ve çalışanı sevdiği için çalışılmalıdır.” buyurduğu gibi…

 

Rızık

Kelime olarak “azık, nasip, bağış; yenilen, içilen, faydalanılan şey” mânâlarına gelen rızık, dînî ıstılahta; “Allâh’ın canlılara yiyip içmek ve faydalanmak üzere sağladığı her türlü imkân” demektir.

İbn-i Haldun buna şöyle bir şerh düşmektedir:

“İnsanın gayreti neticesinde elde ettiği kazançlar, şayet zarûret ve ihtiyaç kadar olursa, o kişi için «geçim (maîşet)» olur. Bu, belli bir miktardan fazla olursa, «servet, sermaye» olur. Elde edilen gelirin ve biriktirilmiş malın faydası, şayet belli bir insana ait olup çıkarlarında ve ihtiyaçlarında harcamak sûretiyle semeresi onun için meydana gelirse, buna da rızık denilir.”[1]

Rızık, sadece maddî nîmetler ve faydalanılan şeyler olarak düşünülmemelidir. Nitekim ikram edilen, lûtfedilen maddî-mânevî her şey, rızık ve nîmet içine girmektedir. İnsana hizmet için yaratılan bitkiler, hayvanlar ve kâinât yanında, bilgi, fazilet, ahlâk, tevazu, diğergâmlık ve güzel düşünceler, lûtfedilen rızıklardandır. Meselâ Hûd Sûresi’nde kendisini yalanlayan kavmine karşı Hazret-i Şuayb’ın:

“«-Ey kavmim, eğer benim Rabbim tarafından verilmiş apaçık bir delilim varsa ve O, bana tarafından güzel bir rızık vermişse, buna ne dersiniz?» dedi…” (Hûd, 88) âyetindeki rızık ifadesi, “nübüvvet” yani peygamberlik olarak yorumlanmıştır.

Yine Bakara Sûresi, 3. âyette; “Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar.” ifadesindeki “rızk”ın içine; yiyecek, içecek, mal, çocuk, ilim, mârifet, kudret, fazilet, gençlik vs. her şey girmektedir.

İmam Mâtürîdî, bu âyetteki rızık kelimesini, sağlam organlar ve rûhî melekeler dâhil olacak şekilde açıklamıştır. Ona göre, sahip olduğumuz biyolojik ve psikolojik imkânların hepsi birer rızıktır ve bunlarla ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmak, mü’minlerin özelliğidir.[2]

 

Rızık-Tevhid Münâsebeti

Kur’ân-ı Kerîm’de rızık, îmandan sonra çok sık vurgu yapılan, en önemli konulardan biridir. Rızık, tevhid inancını destekleyen, âhiret inancını ispat için ibret alınmak üzere verilen bir araçtır. Nitekim insana lûtfedilen bütün rızıklar ve veriliş şekilleri, Âlemlerin Rabbi’nin varlığının ve her an hayat sahibi olmasının delillerindendir. Topraktan üretim için gökten bereketli bir su indirilmesi, onunla ekinler, bahçeler yetiştirilmesi; denizde gemilerin yürütülmesi, deniz ürünlerinden faydalanılması, tohumların döllenmesi için mevsimlerin ve rüzgârların olması, tevhîdi ispat eden mûcizelerdir. Âyet-i kerîmede:

“Kullara rızık olması için birbirine girmiş bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcuklar olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Ve o suyla ölü toprağa can verdik. İşte yeniden diriliş de böyledir.” (Kâf, 11) buyrulmuştur.

Bütün varlıkların rızkını veren Rezzâk, Allah Teâlâ’dır. “Razeka: rızık verdi” fiili, Kur’ân’da en çok kullanılan fiillerden olup bu fiilin fâili (öznesi), gizli veya açık muhakkak Allah Teâlâ’ya atıftır. Yani gerçek rızık sahibi, ancak ve ancak Allah’tır.

Başka bir ifadeyle rızık, insanlara çeşitli vesîlelerle sunulsa da bütün bunların ana sebepleri olan hava, su, Güneş ve toprağın sahibi, yalnızca Rabbü’l-Âlemîn’dir. Çünkü O; hem Hâlık (yaratan), hem de Rezzâk (rızıklandıran)’dır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yerin her tarafını dolaşın ve Allâh’ın verdiği rızıktan yeyin…” (el-Mülk, 15) buyrulur.

 

Rızık İçin Çalışmak

Allah Teâlâ, her canlının rızkını ezelde belirlediği ve taksim ettiği hâlde, dünyada insanın çalışması için bunu gizlemiş; insana ancak çalışmasının karşılığının verileceğini bildirmiştir. Âyet-i kerîmede:

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39) buyrulmuştur.

Bu çalışma ve gayret, Kur’ân-ı Kerîm’de “kesb: kazanç” ve “sâlih amel: faydalı iş” kelimeleriyle açıklanır. Âlemlerin Rabbi, insanın çabasını, emeğini yüce bir değer olarak görür ve zerre miktarınca dahî olsa zâyî edilmeyeceğini bildirir. Âyet-i kerîmede:

“Kim inanarak sâlih ameller işlerse, onun gayreti aslâ inkâr edilmez. Biz onun yaptığını yazarız.” (el-Enbiyâ, 94) buyrulmuştur.

Bu inanç ve teslîmiyetle insan yeryüzünde çalışmaya, üretmeye ve hizmete sevk edilir. Bu hususta insana verilen rızıklardan bir tanesi de hizmet ve üretim için gerekli olan sağlıklı organlar, düşünme-akletme melekesi, çalışma-üretme azim ve potansiyelidir. Âlemlerin Rabbi insanoğluna bunu kolaylaştırmış, usûl ve programlarını göstermiştir. Âyet-i kerîmede:

“Rahmetinden dolayı sizin için gecede dinlenesiniz ve gündüzün O’nun lûtfundan nasibinizi arayasınız…” (el-Kasas, 73) buyrulmuştur.

 

Rızık, İmtihandır

Rızık, Allah Teâlâ’nın büyük nîmetleri olmakla birlikte aynı zamanda darlığı ve bolluğuyla imtihan konusu olabilmektedir. Nitekim toplumları helâke sürükleyen îtikâdî, ahlâkî sebeplerin yanında sosyo-ekonomik sebepler de mevcuttur.

İnsanoğlu rızkı verene ve verilen rızka karşı sorumluluğunu yerine getirmediği; sahip oldukları ile gurur ve kibre düşüp lüks ve konfora yöneldiği zaman, ağır bir imtihan süreci başlamıştır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında sık sık “zenginliğin şerrinden Allâh’a sığınmış”, hesabını veremeyeceği nîmetlerden yüz çevirmiştir.

Geçmiş toplumlarda bunların pek çok misali vardır. Zekât ve infakını gereği gibi veremeyen bahçe sahipleri, kendilerine semâdan sofra indirilen İsrâiloğulları ve nankörlükleri sebebiyle tabiî âfetlerle helâk edilen kavimler, en belli başlı misallerdir. Bunlardan bir tanesi de Sebe’ Kavmi’dir. Onların hâli, Sebe’ Sûresi’nde şöyle anlatılır:

“Andolsun Sebe’ Kavmi için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda, diğeri solda, iki bahçeleri vardı. Onlara; «Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. İşte güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab! » denildi. Ama onlar yüz çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki (harap) bahçeye çevirdik. Nankörlük ettikleri için onları böyle cezalandırdık…” (es-Sebe’, 15-17) buyrulmuştur.

 

Rızıkta Bereket

Allah Teâlâ, dünyada “er-Rezzâk” sıfatıyla mü’min, münâfık, müşrik, gayr-i müslim ayırt etmeden, bütün kullarına rızkını vermektedir. Çalışan herkesin çalıştığının karşılığını alacağına olan îmânın yanında, rızkı bereketlendiren birtakım âmiller de mevcuttur. Bu hususla ilgili âyet-i kerîmeler şöyledir:

“…Kim Allâh’a karşı takvâ sahibi olursa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir...” (et-Talâk, 2-3)

“Eğer Ehl-i Kitap îman edip Allâh’a karşı müttakî olsalardı, onların kötülüklerini silerdik ve onları nîmeti bol cennetlere koyardık. Şayet onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı, hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından (bol bol rızık) yerlerdi.” (el-Mâide, 65-66)

“Rabbinizden günahlarınız için bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, sizi bir süreye kadar güzel bir geçimle geçindirsin.” (Hûd, 3)

Rızkı bereketlendiren âmiller, genel olarak şunlardır:

  1. a) Şükür

Âyet-i kerîmelerden anlaşılmaktadır ki, rızkın bereketi, çalışmanın yanında Allâh’a îman, itaat, takvâ, verilen nîmete şükür ve yapılmış hatalardan dolayı istiğfardadır.

Nitekim bir damla sudan var edilen zayıf ve âciz insanoğlu, Allâh’ın rızık ve ihsanlarıyla gelişip çalışmakta, lûtfettiği ölçüde ehliyet sahibi olmaktadır. İnsana düşen, ne kadar güçlü, zengin ve bilgili olursa olsun, bunların Rabbinin lûtfu olduğu şuuru ile şükür ve istiğfara devam etmesidir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında, Rabbine karşı sonsuz bir takvâ ve itaat vardı. Hattâ ibadetten ayakları şişip yorgun düştüğü zaman Hazret-i Âişe Vâlidemiz, O’nun bu hâline üzülerek:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı hâlde, niçin kendini bu kadar yoruyorsun?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Ey Âişe, Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuştur. (Buhârî, Teheccüd, 6)

Şükür, verilen nimeti görmek; karşılığında kör, sağır ve duyarsız kalmamaktır. Nankörlüğün belirtilerinden birisi de şükürsüz olmaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Andolsun eğer şükrederseniz gerçekten size olan nîmetimi artırırım ve andolsun nankörlük ederseniz şüphesiz azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 7)

 

  1. b) Tevbe-İstiğfar

İnsan, Âlemlerin Rabbinin de bildirdiği üzere; “zayıf, câhil, nankör ve unutkan” bir varlıktır. Tıpkı kendisini yalanlayan Nûh Peygamberin kavmi gibi… Uzun bir tebliğ döneminde inkârlarından sonra, yağmurdan mahrum olmaları ve kadınlarının kırk sene hâmile kalamamalarına pişman olarak gelip kendisinden yardım dilemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Nûh onlara, içlerinde bulunduğu şirkten pişmanlık duyarak tevbe etmeleri neticesinde kendilerine nîmet kapılarının açılacağını bildirmiştir:

“Nuh, onlara: «Rabbinizden bağışlanma dileyin, O çok bağışlayandır. Size gökten bolca yağmur indirsin. Size mallar ve kullar versin. Sizin için bahçeler var etsin ırmaklar akıtsın…» demiştir.” (Nûh, 10-12)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rızkın artması için şöyle buyurmuştur:

“Her kim çokça istiğfar ederse, Allah, onun her kederine bir kurtuluş, her sıkıntısına bir çıkış yapar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ahmed bin Hanbel,  Müsned, 4/55)

Kudsî hadîste de:

“Ey Âdemoğlu! Kendini Bana ibadete ver ki, göğsünü (kalbini) zenginlikle doldurayım ve fakirliğine engel olayım. Şayet bunu yapmazsan, iki elini meşgaleyle doldurur ve fakirliğine engel olmam.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 30)

 

  1. c) Sıla-i Rahim

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Her kim rızkının genişletilmesini, ecelinin geciktirilmesini ve kötü ölümün kendisinden uzak tutulmasını arzularsa, Allah’tan korksun ve sıla-i rahim yapsın.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/290)

 

  1. d) Hicret Etmek

Âyet-i kerîmede buyrulur: “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler ve genişlik bulur.” (en-Nisâ, 100)

Bir başka âyette ise; “Haksızlığa uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri, andolsun ki dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz.” (en-Nahl, 41) buyrulmuştur.

 

  1. e) İnfak

Nitekim Âlemlerin Rabbi, bazı insanların rızkını, bazı insanların eliyle hazırlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“…Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe‘, 39)

“Şeytan, sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve fazlalık (bereket) vaad eder. Allah, her şeyi kuşatan ve bilendir.” (el-Bakara, 268)

Bir kudsî hadîste ise; “Ey Âdemoğlu! Sen infak et ki, Ben de sana infak edeyim.” buyrulmuştur. (Müslim, Zekât, 36)

 

Rızık Darlığı

Âlemlerin Rabbi, Kur’ân-ı Kerîm’de, rızıktaki bolluk ve bereketin, şükür ve itaatle olduğu gibi rızık darlığının da inkâr ve nankörlükle olabileceğini bildirir ve geçmiş kavimlerden misaller verir. Âlemlerin Rabbine şükürsüzlük; hem dünyada, hem de âhirette büyük ziyandır. Nitekim hayatın her ânında ve her şeyimizle muhtaç olduğumuz Rabbimize nankörlük, akıllara ziyan bir hâldir.

Buna rağmen “es-Sabûr” olan Âlemlerin Rabbi, tevbe ve istiğfar için müddet tanıyıp çeşitli vesîlelerle kullarına îkazlarda bulunmaktadır. Bu îkazların biri de “rızık darlığı ve ürün eksikliği”dir. Âyet-i kerîmede:

“Eğer bu kasabaların halkı inanıp takvâ sahibi olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını açardık…” (el-A’râf,  96) buyrulmuştur.

Bu husustaki başka âyet-i kerimeler ise şöyledir:

“Kim Beni anmaktan (zikretmekten) yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Ve kıyamet günü onu kör olarak haşredeceğiz.” (Tâhâ, 124)

“Nîmet ve refaha karşı nankörlük eden nice kasabaları yok etmişizdir….” (el-Kasas, 58)

“Şayet doğru yola girmiş olsalardı, denemek için onlara bol su verirdik. Kim Rabbini anmaktan yüz çevirirse, (Rabbi) onu gittikçe artan bir azaba uğratır.” (el-Cin, 16-17)

 

Netice

Şûrâ Sûresi’nde buyrulduğu gibi, “yerlerin ve göklerin anahtarları elinde” bulunan Âlemlerin Rabbi, rızkı dilediğine bolca verir, dilediğine belli bir ölçü ile… (Bkz: eş-Şûrâ, 12)

Bu yüzden helâl yollarda çalışıp rızkın bereketi için öğretilen sebeplere de sarıldıktan sonra hissesine düşen nîmeti sorgulamak ve bu hususta nankörlük yapmak; Allâh’ı bilen bir kula yakışmaz. Rızık, gâye değil, vâsıtadır. Dünyada ihtiyaçlarımızı temin ettiği gibi, âhirette de hesaba çekileceğimiz en önemli hususlardan biri olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet günü kul, şu dört soruya cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: Ömrünü nasıl geçirdi, neler yaptı? İlmiyle nasıl amel etti, ne gibi işler yaptı? Bedenini nerede yordu, nasıl yıprattı?Malını nerede kazandı, nasıl harcadı?” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

* * *

 İnsana yakışan “er-rızku alâllah” diye tevekkülle çalışıp Nesîmî gibi söylemektir:

Bir acayip derde düştüm, herkes gider kârına.

Bugün buldum, bugün yerim; Hak Kerîm’dir yarına…

Zerrece tamâhım yoktur, şu dünyanın vârına;

Rızkımı veren Hüdâ’dır, kula minnet eylemem.

 

[1] İbn-i Haldun, Mukaddime, (Terc: Süleyman Uludağ), II, sh: 900.

[2] İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddin, II/273.

PAYLAŞ:                

Seher Küçük

Seher Küçük

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle