En Son Ne Zaman?

Âlemlerin Rabbi’ni, esmâ-i hüsnâsıyla tanır ve tanıdıkça çok daha fazla severiz. Her bir ism-i şerîfi, varoluşumuzdaki bir parçayı tamamlar; fıtratımızla bütünleşir ve problem olarak gördüğümüz mevzuları çözüme ulaştırır. Aşılmaz olarak görülen her bir dağın arkasındaki güzellikler, esmâ-i hüsnâyla insanı büyüleyip sevinç şükürlerine dönüştürürken, hikmetinden suâl olunmaz sırlar teker teker ayân olur…

Yeter ki, “…Kalpleri vardır ama anlayamazlar! Gözleri vardır ama göremezler! Kulakları vardır ama işitemezler!..” (el-A’râf, 179) îkaza muhatap olmaktan lâyıkıyla sakınarak:

“…Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz…” (ez-Zümer, 9) sırrı mûcibince okumaya ve gayrete başlayabilelim.

Âlemlerin Rabbi, “el-Vedûd” ism-i şerîfiyle farklı fıtrat ve mizaçtaki insanları birbirine dost edip muhabbetli kılarken; “er-Rahmân” ismiyle rahmetini tecellî ettirerek türlü canlıları barındırır, doyurur, rızıklandırır. “el-Hâfız” ismiyle her türlü engel ve tehlikelerden koruyup güven verir; “es-Selâm” ismiyle zorluk ve sıkıntılardan sonra selamet ve esenlik verir. “el-Fettâh” ism-i şerîfiyle ise; açar, beklenmedik anlarda hayal dahî edilemeyen yerlere ulaştırır, ümitler yeşertir.

* * *

“-Bu borçlar nasıl biter ki?” demişti yorgun genç, ümitsizce…

“-Bu yollar nasıl aşıldı; uzaklar nasıl yakın olduysa, borçlar da öylece biter, tükenir!..” dedi ihtiyar. Sonra gencin yıkık sinesini doğrultarak:

“-Asıl olan, iyi insan olabilmektir!. Şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakabilmektir evlât!. Allah Azîmüşşân çok güçlüdür.” dedi ve uzaklaştı.

* * *

İşte uzakları yakın eden, hayalleri gerçek kılan mûcize ism-i şerîflerden biri, “Günahları bağışlayan, hataları silen, süpüren, temizleyen, yok eden; yapılan bir günahın cezasını hemen vermeyip cezalandırmayan… “el-Afüvv” ve “günahları affeden, örten, kapatıp gizleyen, saklayan” “el-Gafûr” ve “es-Settâr” ism-i şerîfleridir.

Âlemlerin Rabbi, celâl, azamet ve şeref sahibi olduğu gibi, çok yüce, çok âlicenaptır. Karşılık gözetmeden rızıklandırmasına, lütuf ve ikramlarda bulunmasına rağmen, itaatsizlik hata ve kusurda ısrar eden kullarına karşı son derece sabırlı, müşfik ve iyilik severdir.

Her şeye muktedir ve adâlet sahibi olmasına rağmen hata ve günahları örter, kapatır, siler, temizler; âdâba riâyet noksanlıklarını saklar, gizler.

Defalarca uyarmasına ve tekrar tekrar affetmesine rağmen yine de merhametiyle nîmetlendirmeye devam eder. (Sübhânallâh)

 

En Son Ne Zaman

Affettin?

Sosyal hayatta, insanî ve ahlâkî değerlerin erozyonuna, sosyo-ekonomik dengesizliklerin oluşturduğu çarpıklığa, bağnazlık, tahammülsüzlük, kin ve nefret duygularına şahit olunca; “adâletli ve rezzâk olan Rabbin varlığına” her dâim şükür ediyoruz.

Ne yazık ki, çok basit muâmelat işlerinde dahî sert üslûplar, şiddet içeren davranışlar görünce de; neredeyse ingiliz filozof Hobbes’in savunmuş olduğu “İnsan, insanın kurdudur.” tezini doğrulamaya başlıyoruz.

Oysa “İslâm” demek; selâm, selâmet, esenlik, güvenlik, bütünlük, sağlamlık, kusursuzluk, korku ve endişeden uzak olma, yumuşaklık, huzur demekti. Mü’min; emin olan, eman veren demekti. Müslüman; teslim olan, boyun eğen, selâmet bulan, tehlikede ve âfetlerde güvencede olan demekti

Öfke, şiddet, gurur, kibir, agresif davranış, küsmek, incitmek, şeytanın ahlâkı idi.

“Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, insanlara kolaylık gösteren kimseye ateşin dokunmayacağı” müjdesi vardı... (Bkz: Tirmizî, Kıyâmet, 45)

Müslüman olduğunu, emin ve güvenilir olduğunu söyleyen yurdum insanları; “Ne oldu bize?”

Allâh’ın yeryüzündeki vekilleri olan “adâletli halife kulları nerede?”

Peygamberinin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, “Kutlu Doğum”larda çok özlediğini söyleyen ümmet, hangileri?

* * *

Allâh’ın size verdiği nîmetleri, çevrenize ikram etmekten mi kaçınıyorsunuz? Niye Allâh’ın size ihsan ettiği gibi, siz de insanlara ihsan etmiyorsunuz?

Allâh’ın verdiği sağlık ve sıhhatle mesleklerinizi icrâ etmekten, halka hizmetten mi usandınız?

Allâh’ın “en şerefli varlık” olarak binbir özenle yarattığı; kendisinin vekili olan “halîfe” kıldığı insanı kırmak, incitmek, hor görmek o kadar basit mi?

İnsan olarak yapmış olduğu bir kusurdan dolayı, bir anda öteleyip aforoz etmek çok mu sıradan?

* * *

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok sevdiği amcasını hunharca katleden Vahşi’yi çok üzülmesine rağmen yıllar sonra kelime-i tevhid hürmetine affetmişti.

Gözünün nûru olarak sevdiği sevgili eşi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya iftira atanların arasında bulunan Mistah bin Usâse’yi, çok incinmesine rağmen affetmiş, ona yapılan maddî yardımının kesilmemesini istemişti.

Tâif’te ayaklarından kan akıncaya kadar taşlayan bedevîleri, çok acı çekmesine rağmen affetmiş, başlarına felâket gelmesine gönlü râzı olmamıştı.

Uhud Savaşı’nda mübarek dişlerini kırıp yüzünü yaralayan müşrikleri Allâh’ın adâletine havâle etmişti.

Ya Hudeybiye… Yıllarca mayalanan hasrete ve umre niyetiyle girdiği ihrâma rağmen öz vatanına girmesine müsaade etmeyenlere buğzetmemişti.

Ya Mekke’nin Fethi günü… Eski defterlerin açılmamak üzere kapatıldığı, ayıplama, kınama ve hataları yüzüne vurmanın terk edildiği o gün…

Asıl fetih, gönüllerin fethi değil miydi?!

* * *

Affetmek, Âlemlerin Rabbi’nin bize nefhetmiş olduğu rûhun saâdetidir.

Affetmek, Rabbânî bir fazîlettir.

Affetmek; en büyük meziyet…

Affetmek, takvâ ehlinin özelliğidir. Allah Teâlâ’nın yanında insanların değeri, “takvâ” ile ölçülür. Kim ne kadar müttakî olursa, Âlemlerin Rabbi yanında değeri o kadardır. Şöyle buyurur Âl-i İmrân Sûresi’nde;

“Rabbinizin bağışlamasına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan Cennet’e koşun. Onlar ki, bollukta ve darlıkta Allah için karşılıksız bağışta bulunurlar. Kızdıklarında öfkelerini kontrol ederler, insanların kusurlarını affederler...” (Âl-i İmrân, 133-134)

 

En Son Ne Zaman

İki Kırılmış Gönlü Buluşturdun?

Sosyal hayatı tanzim eden İslâm Dîni, insanların yardımlaşma, sevme, sevilme gibi fıtrî özelliklerini önemsemiş ve mükâfatlandırmıştır.

Îmânın birinci basamağı olarak “din kardeşini sevme”yi şart koşmuş; yardımlaşma, ikram etme gibi hasletleri ise büyük faziletler olarak vasfetmiştir. Sevmeyi ve sevilmeyi överken, aynı minvalde küsmeyi ve kırılmayı nehyetmiştir. Buna rağmen çeşitli vesilelerle küsüp kırılanlarının arasını düzeltmeyi ise “sâlih amel”lerin en büyüklerinden saymıştır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Sadakaların en efdali, iki kişi arasını bulmak, onları barıştırmaktır.” (Beyhakî, Şuab, Vıı, 490; Heysemî, VIII, 80)

“Size nâfile oruç, namaz ve sadakadan daha üstün bir şeyi haber vereyim mi? İki kişi arasını bulmak ve onları barıştırmaktır. Buğz ve kinden uzak durun. Çünkü o, dinde iyilik adına hiçbir şey bırakmaz.” (Ebû Dâvud, Edeb, 50/4919)

 

En Son Ne Zaman,

Seni Üzüp İnciten Akrabanı Ziyaret Ettin?

Aynı anne-babadan doğan, ama huy, mizaç ve sosyal çevreleri yüzünden farklı düşünen akrabaların zaman zaman ayrı düşmesi tabiîdir. Nitekim her insan, kendine has husûsiyetlerle doğmuş, farklı mizaç ve karakterle donatılmıştır. Dolayısıyla farklı düşünmesi, farklı görmesi, farklı hissetmesi normaldir.

Günümüz insanları toplu yaşarken bu hassasiyeti göz ardı ettiği gibi, bu durum, akraba içinde zaman zaman sıkıntı olabilmektedir. Aynı evde, benzer çevrede büyümüş; aynı eğitimi görmüş akrabalardan ortak düşünce ve davranış beklenmektedir. Ama hatırdan çıkarılmamalıdır ki; yaratılan her çocuk/her insan birbirinden farklı ve kendine has özelliklerle yaratılmış, farklı his ve duygularla donatılmıştır.

Dolayısıyla insanların veya akrabaların farklı düşünmesi, farklı hissetmesi ve davranması çok normaldir. Asıl olan; genelde toplum, özelde akraba olarak “her insanın özel olduğunun farkında olunması” ve herkesin birbirine hoşgörü ve saygıyla davranmasıdır.

Bunun tezâhürlerine, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında pek çok kez şâhit oluruz. Her biri birbirinden farklı karakterde bulunan ashâbına ve eşlerine onların karakter, huy ve alışkanlıklarına göre davranmış ve her birine hoşgörüyle muamelede bulunmuştur. Hazret-i Osman’ın yanında toparlanarak hayâ üzerine oturmayı yeğlemiş, Hazret-i Ebûbekir’le çok özel sırlarını paylaşmış, Hazret-i Âişe’yle ise, oyun gösterileri izleyip koşu yarışı yapmıştır.

Sosyal hayatta birlikte yaşamak, çok güzel ve çok mûteberdir. Ama bir o kadar da ihtimam, hoşgörü ve sabır ister. Birlikte yaşama edebi, itaat ile hürmet arasında saygı, sevgi, fedakârlık, diğergamlık ve adanışı gerekli kılmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, ince ince özenle dokunan nakışlar gibi, bedel ödenerek kurulan dostluklar da uzun ömürlü ve değerli olurlar.

 

Not: Kutlu Doğum Programı vesîlesiyle aralarında bulunmaktan şeref duyduğum Trabzon Şehbal Kültür Merkezi hanım ve gençlerini tebrik eder, âlicenap misafirperverlikleri için teşekkür ederim.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle