Bilindiği üzere, insan, bulunduğu zamana, çevreye ve topluluklara göre bazen farklı farklı vecheler kazanabilir. Tavrını, bulunduğu muhite göre değiştirebilir ve bazen aslında olmadığı bir kimliğe bürünebilir. Bazen kaba-saba mîzaçlıdır, fakat ortama uyarak kibar görünür. Mizacı öfkeye daha meyyalken, bunu kalabalık içinde gizleyebilir. O yüzden insanın gerçek yüzünü seyretmek isteyenler, onun bütün perdeleri indirdiği, içinde ne varsa, onu rahatça sergileyebildiği yer ve zamanlarda onu ancak tanıyabilirler. Bu yüzden Hazret-i Ömer, kendisine birisini medhedene:
“-Sen onunla hiç yolculuk yaptın mı? Ya da onunla bir alışverişin oldu mu?” şeklinde sorular sorarak, aslında bir insanın nasıl daha iyi tanınabileceğinin ipuçlarını vermiştir.
Bir insanı tanımanın en güzel yollarından birisi de, onun evinde, âile içindeki hâl, tavır ve hareketlerini öğrenmekten geçer. Çünkü insan, kalabalıklarda olduğundan farklı görünebileceği hâlde, evinde, özel hayatında ve uzun süreli âile münâsebetlerinde tamamen iç dünyasını ortaya koyar. İşte Peygamber Efendimizin âile hayatı da, O’nun şahsiyet, ahlâk ve karakterini tanımak için bize çok önemli fırsatlar verir.
Cenâb-ı Hak, O büyük peygamberin en mahrem hâllerinin bile ümmeti tarafından öğrenilebilmesi ve örnek alınması için, O’nun pek çok hanımla evlenmesine müsaade etmiş, hattâ birçok kez bunu emretmiştir. Böylece çok farklı gözlerle, O’nun her hareketi tek tek tesbit edilmiş ve gelecek nesillere intikal etmiştir.
İşte biz de bu yazımızda, bakışlarımızı o güzel hâneye ve orada yaşanan mesud ve örnek hayata çevirelim istedik. Günümüze güzellikler devşirebilmek için…
* * *
Eşler arasındaki hürmet ve muhabbetin en güzel nümuneleri, sâde, küçük ve kerpiçten yapılmış olan Hâne-i Saâdette yaşandı. Kâinâtın Efendisi olan O mübârek insanın, Allâh’ın gönderdiği bir “Rasûl” olduğunu anlamak için, belki sadece eşlerine karşı davranışlarına bakmak bile yeterlidir.
Bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
“Sizin en hayırlınız, âilelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır!..” (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55)
* * *
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in evliliklerinde hiçbir zaman “yaş farkı” bir problem teşkil etmemiştir.
Peygamber Efendimiz, kendisi genç yaşta olmasına rağmen Hazret-i Hatîce’ye karşı çok sâdıktı. İmkânları geniş, toplumun anlayışı da çok evliliğe müsâit olduğu hâlde, o yaşlı sayılabilecek yaştaki hanımıyla yetindi ve genç bir kadın peşinde koşmadı. Aksine O, gençliğinin ve gücünün zirvesindeyken, kendisini, Allâh’a ibâdete ve tebliğe adamıştı. Hanımıyla birlikte aynı yolun yoldaşı, gönül dostu ve sırdaşı olma yolunu tuttular. Böylece yaş gibi fizikî bir farklılığı hissettirmeyecek kadar ulvî bir beraberlik yaşadılar.
Bu bakımdan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eşini sevme husûsunda da, maddî ve dünyevî şartları ehemmiyetsiz hâle getiren bir muhabbet âbidesidir. O, muhatabının sevgisini, güzel ahlâkı ve davranış mükemmelliği ile kazanmaktadır.
Yine kendisinden çok küçük olan Âişe Annemiz ile evliliklerinde “yaş” problem olmamış, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Âişe’nin seviyesine inerek onunla gerektiğinde şakalaşmış, gerektiğinde onun oyun seyretmesine müsaade etmiş ve lüzumlu-lüzumsuz kıskançlıklarına müsâmaha göstererek, erkeklere, hanımlarına nasıl muâmele edecekleri husûsunda nümune bir âile hayatı sergilemiştir.
* * *
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hanımlarına güzel lakaplar vererek onların gönüllerini alırdı.
Hazret-i Hatice Annemize gönlündeki makamını göstermek istercesine, “büyük kadın” mânâsında “Kübrâ” ismini vermiştir. Hazret-i Âişe’yi de çok sever; bazen ona takılmak için “Üveyş” ve “Âiş” gibi çeşitli isimlerle hitap ederdi. Ayrıca beyaz tenli olmasından dolayı kendisine “Humeyrâ” ismi takılmış, Allah Rasûlü de zaman zaman ona bu ismiyle hitap etmiştir. (DİA, “Âişe” maddesi, II, 202)
Berre Annemize “Cüveyriye” ismini bizzat Peygamber Efendimiz vermişti. Berre, “kusursuz hayırlı kadın” anlamına geliyordu. Böyle adlar almayı, insanın kendi kendini temize çıkarması olarak değerlendiren ve bunu hoş karşılamayan Allah Rasûlü, ona “kadıncık, kızcağız” mânâlarına gelen “Cüveyriye” adını uygun gördü.
Yine Hazret-i Meymune Annemiz’in asıl ismi de Berre olduğu hâlde onun ismini değiştirmişti. Çünkü yedi sene sonra, ilk defa emniyet içinde ve korkusuzca Mekke’ye girmiş ve bu esnâda kendisiyle nikâhlanmasını da bu işin meymeneti (uğru) kabul etmişti. Ve bu sebeple ona “Meymûne” ismini vermişti.
* * *
Hanımlarına özel zamanlar ayırıp onlarla sohbet etmiştir. Özellikle alâkaya muhtaç oldukları zamanlarda onları kendi hâllerine bırakmamıştır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hayber zaferini müteâkip Hazret-i Safiye annemizle evlenmişti. Daha bir kaç gün önce babası, kocası dâhil bir kısım yakınlarını kaybeden Hazret-i Safiye, her ne kadar Müslüman olmuşsa da, birkaç gün içinde bütün hayatı alt üst olmuştu. Savaştan önce, kabile reisinin kızı idi. Mevkii ve pek çok imkânı vardı. Çevresindeki bütün akrabaları, Peygamber Efendimizin azılı düşmanlarıydı. Böyle bir hâlet-i rûhiye ile büyük bir mücâdeleye girmişler ve neticede akrabalarının birçoğu ölmüş veya esir edilmişti. Kendisi de savaş esirleri arasındaydı. Bu hâldeyken Allah Rasûlü, onunla alâkadar olmuş, ona İslâmiyet’i telkin etmiş ve hürriyetine kavuşturmuştu. Şimdi de kendisini nikâhına almıştı.
Onun bu kadar çok şeyi, kısa bir zamanda yaşamış olması ve yeni geldiği çevredeki insanların birçoğunun onu kabullenmekte zorlanması sebebiyle yalnız, kimsesiz ve çâresizdi. Peygamber Efendimiz, nikâhı müteâkip ilk gece sabaha kadar onunla sohbet etmiş, onun dert ve tasalarını dinleyerek gönlünü almıştır. Hazret-i Safiye de Rasûlullâh’ın bu hâlinden çok memnun olmuştu.
Aynı şekilde Mısır’dan Medîne’ye bir hediye olarak gönderilmiş bulunan Mâriye Annemiz de gurbette tek başına kalmış bir kimse gibi, Peygamber Efendimizin himâyesine sığınmıştı. Allah Rasûlü, onu ziyaret eder, onunla sohbet eder, çektiği sıkıntıları dinleyerek onu tesellî ederdi. Hazret-i Mâriye Annemiz, Hazret-i İbrahim ile onun zevceleri arasında bulunan Sâre ve Hacer vâlidemizin başlarından geçenleri dinlemekten büyük zevk alırdı. Bilhassa Hazret-i Hacer’in yaşadıkları, onun hayatına çok benziyordu. Bu sebeple hemen her ziyareti esnasında, Allah Rasûlü’ne bu kıssayı tekrar tekrar anlattırırdı. Peygamber Efendimiz de bıkmadan, usanmadan anlatır ve onun gönlünü alırdı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hâli, garip bir kuş gibi kocasının evine sığınmış bulunan gurbet gelinlerine nasıl davranılması gerektiği husûsunda güzel bir nümûnedir. Çünkü böyle garip ve kimsesiz gelinlerin beyleri; aynı anda hem bir eş, hem bir anne-baba, hem de en yakın arkadaşları mevkiindedir.
Aynı zamanda Hazret-i Mariye annemizin hamileliği esnasında da onunla husûsî olarak ilgilenmiş ve Mâriye Annemizi, Medîne’nin “Âliye” denilen havası güzel bir semtine nakletmişti. Fakat kendisini, gece-gündüz vakit buldukça ziyaret etmiş ve hâmileliği esnasında yardımcı olması için kardeşi Sîrîn’i vazifelendirmişti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mâriye Vâlidemizin doğum vakti yaklaşınca ebe olarak Ebû Râfî’in hanımı Selma’yı getirmiş ve doğum olana kadar kendisi de ibâdetle meşgul olmuştu.
Bu da Peygamber Efendimizin hanımları arasında hür ve câriye, zengin ve fakir, asil ve köle şeklinde bir ayırım gözetmeden, onların her türlü dertleri ile yakından ilgilendiğini, onları dinlediğini ve onlara vakit ayırdığını gösteren en güzel misallerden birisidir.
Unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimizin, âile hayatında bir “âile reisi” olarak en ziyade ehemmiyet verdiği husus “âile fertleriyle olan sohbet”tir. Bunun ihmal edilmemesi için husûsî gayret gösterdiği ve zaman zaman tedbirler aldığı bile söylenebilir. Aynı şekilde günümüzde de hayatın bâdirelerinde bunalan ev hanımlarının benzer bir alâka ve sevgiye ihtiyaçları vardır.
Allah Rasûlü, bu hususta da erkeklere çok güzel örnek olmuştur. Çünkü kadınlar, fıtrat itibariyle konuşmaya ve bilhassa birileri tarafından dinlenilmeye muhtaçtırlar. Bu yüzden âile huzurunun temini ve devamı için, erkeklerin hanımlarına özel zaman ayırmaları, onlarla dertleşmeleri ve onları ciddiyetle dinleyerek onlara değer verdiklerini göstermeleri gerekmektedir.
Hanımlarını, vefatlarından sonra bile unutmamıştır.
Hazret-i Hatîce Vâlidemizin vefâtından yıllar sonra bile, Allah Rasûlü, Hazret-i Hatîce’yi yâd etmiş ve kestirmiş olduğu her kurbanda, bir vefâ nişânesi olarak, onun akrabalarına da pay ayırmıştır. Bu gün acaba hanımının vefatından sonra kaç erkek merhûme hanımının akrabaları ile irtibâtını koparmayıp onlara hediyeler göndermektedir. Düşünmek gerek!!
Sevgisinden zevcelerini mahrum etmemiş, aynı zamanda onlara duyduğu sevgiyi izhar etmiştir.
Ümmü Rûman ve Hazret-i Ebûbekir’in, öz kızları Hazret-i Âişe’ye sert davranmalarına Hazret-i Peygamber’in merhamet dolu gönlü râzı olmaz ve bundan çok rahatsız olurdu. Bir defasında Hazret-i Ebûbekir, kızı Hazret-i Âişe’ye elini kaldırmış ve onun göğsüne vurmuştu. Onları bu hâlde bulan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekir’e:
“–Bu yaptığından dolayı ondan özür dilemeni istiyorum.” buyurmuştu.
Başka bir defasında, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz ile aralarında geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:
“Ayakta ip eğiriyordum. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nalınını dikmeye çalışıyordu. Baktım, mübârek alnında terler toplanmış, yanaklarından süzülüyor, ter damlalarından nurlar saçılıyordu. Cemâlinin güzelliğine bakıp şaşkınlık içinde kalmıştım. Bana baktı:
“–Ne oluyor sana?” diye sordu.
Ben de:
“–Alnın terlemiş, damlaları nur saçıyor. Şayet Ebû Kebir el-Huzelî seni görseydi; «Aydınlık yüzünün gülümsemelerinde ortaya çıkan nurların izlerine baktığım zaman/ Onu emzirenin her türlü hayız lekelerinden, fesattan ve emzirme ayıplarından uzak olduğu görünüyordu.» beytine Senin daha lâyık olduğunu anlardı.” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, elindekileri yere bıraktı. Ayağa kalkıp yanıma geldi. İki gözümün arasından öptü ve:
“–Allah sana hayırla karşılık versin, yâ Âişe!.. Senin bu sözüne sevindiğim gibi, daha önce hiçbir şeye bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum.” dedi.
Hanımları ile birlikte ibadet etmekten hoşlanırdı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, normal günlerde yatsı namazını kıldıktan sonra odasına girer, misvağını kullanır ve hemen yatardı. Gece yarısına doğru Hazret-i Âişe’yi uyandırır, birlikte vitir namazını kılarlardı. Bazen Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- sabaha kadar ibâdetle meşgul olurlardı. Hazret-i Âişe, namazda O’na tâbî olurdu. Şafak sökmeye başlarken Hazret-i Peygamber sabah namazının sünnetini kılar, sonra biraz uzanır, Hazret-i Âişe ile bir miktar konuştuktan sonra, sabah namazının farzını kılmak için mescide çıkardı.
Hanımlarına sevgisini gösterirdi.
Dünya nîmetlerinin girmediği Peygamber hânelerinde doyasıya bir mutluluk ve sevgi vardı: Hazret-i Âişe, bir kaptan bir şey içtiğinde Allah Rasûlü kabı eline alır, dudağını onun dudağını koyduğu yere kor, öyle içerdi. Üzerinde et bulunan bir kemik parçasından yediğinde onu elinden alır, ağzını onun ağzını koyduğu yere koyarak yerdi. Odasında ona başını yaslar, Kur’ân okurdu. Îtikâf çadırından başını uzatır, Hazret-i Âişe, özel (âdet) hâlinde de olsa saçını ona taratırdı. Oruçlu da olsa onu öperdi. Bunlar, O’nun güzel ahlâkının birer nümunesidir.
Oyun için Hazret-i Âişe’ye imkân tanırdı. Mescidde gösteri yapan Habeş ekibini doyuncaya kadar ona izletmişti. O, Rasûlullâh’ın omzuna yaslanmış, oynayanlara bakıyordu. İki defa sefere çıktıkları zaman aralarında koşu yarışı yapmışlardı. Bir defasında da evin kapısından önce çıkmak için birbirleriyle yarışmışlardı.
Hanımları için duâ ederdi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh’a, benim için Allâh’a duâ et, dedim. O:
«–Yâ Rab! Âişe’nin açık ve gizli, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışla.» dedi. Gülmeye başladım, öyle ki gülmekten başım arkama düşecekti.
Rasûlullâh:
«–Duâm seni sevindirdi mi?» buyurdu.
«–Bana ne olmuş ki, Senin duân beni sevindirmesin.» dedim. Rasûlullâh:
«–Bu duâm, bütün ümmetim içindir.» buyurdu.”
Hanımlarına verdiği değeri, etrafındakilere de hissettirirdi.
Nakkuş anlatıyor:
“Sizin, Allâh’ın Peygamberine ezâ vermeniz (doğru) olmadığı gibi kendinden sonra zevcelerini nikâhlamanız da (ebediyyen) câiz değildir!..” (el-Ahzâb, 53) âyet-i kerîmesi nâzil olduğu zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ayağa kalkıp (ashâbına) şöyle hitab etti:
“Ey ehl-i îmân topluluğu!.. Şüphesiz, Allah, beni sizlere tam mânâsıyla üstün kılmıştır. Hanımlarımı da, sizin hanımlarınıza tafdîl (üstün) eylemiştir.”
Nâfile ibâdet etmek için bile, hanımlarından izin alacak kadar zarîfti.
Abdullah bin Ömer, Hazret-i Âişe’ye gelip:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den gördüğün şeylerin en acâyibini bana haber ver!..” demişti.
Hazret-i Âişe, uzun müddet ağladıktan sonra:
“–O’nun her işi acâyipti. (İnsanı hayrete düşürürdü.) Bir gece bana geldi, yorganıma girip yanıma sokuldu; öyle ki, teni, tenime değmişti. Sonra:
«–Yâ Âişe!.. Bu gece Rabbime ibâdet etmem için bana izin verir misin?» diye sordu.
«–Yâ Rasûlallâh!.. Ben Senin yakınlığını da, gönlünün arzusunu da severim, izinlisin.» dedim.
Kalktı, odadaki su kırbasına vardı. Az bir su ile abdest aldı. Sonra namaza durdu. Kur’ân okurken ağlıyordu, sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yere döküldüğünü, yeri ıslattığını gördüm. Sonra kendisini sabah namazına kaldırmak için Bilâl geldi. O’nu ağlarken görünce:
«–Yâ Rasûlallâh!» dedi. «Allah, Senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ettiği hâlde mi ağlıyorsun?» diye sordu.
«–Yâ Bilal!.. Şükreden bir kul olmayayım mı? Allah Teâlâ, bu gece, “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde akl-ı selîm sahipleri için âyetler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken (her ân) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve:
“Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azâbından koru!” (derler.)” (Âl-i İmrân, 190-191) âyetlerini indirdi. Nasıl ağlamayayım?!..» buyurdu.
Sonra şöyle dedi:
«–Bu âyetleri okuyup da üzerinde düşünmeyenlerin vay hâline!..»” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’ân Dili, c: II, sh:1256)
* * *
Başka bir hâdise de, Peygamber Efendimiz’in vefâtına yakın olmuştur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin 10. yılındaki ilk ve son hac vazifesinden (Veda Haccı) sonra Medîne’ye dönmüştü. Kısa bir müddet sonra, yani hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hazret-i Âişe’nin odasına geçti. Bütün hanımları, gönül hoşluğu ile Rasûlullâh’ın, hastalık günlerini istediği yerde geçirmesine rızâ gösterdiler. Hepsi de günlerini Âişe’ye bağışladıklarını söylediler. O, istese, hiçbirine bir şey söylemeden de Hazret-i Âişe’nin hânesinde kalabilirdi. Ancak her birinin gönüllerini almayı tercih etmiştir.
Hanımlarının kıskançlıklarını eleştirmezdi.
Hazret-i Âişe’nin samimi kıskançlık duygularını, yine onun ağzından dinleyelim:
“Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yanımdan çıkıp gitmişti. (Benim nöbetimde) hanımlarının birisine gitmiş olabilir diye içime bir kıskançlık düştü. Geri gelince hâlimi anladı ve:
«–Kıskandın mı yoksa?» dedi. Ben de:
«–Benim gibi biri, Senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?» dedim.” (Müslim, Münâfikûn, 70)
* * *
Başka bir gece Peygamber Efendimizi yine yanında görememişti. Karanlıkta odanın içini elleriyle yoklamaya başladı. O sırada secde hâlinde bulunan Peygamber Efendimizin ayaklarına dokununca rahatladı.
Başka bir seferinde de gece yine Allah Rasûlü’nü yatakta bulamadı. O’nun, kendisini yalnız bırakıp diğer eşlerinin yanına gittiğini düşündü. Tam bu sırada Allah Rasûlü, rükû ve secdede, duâ eder bir hâldeydi. Bu defa kendi kendine söylendi:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!.. Sen ne yapıyorsun, ben ne düşünüyorum!..” (Müslim, Neseî ve Ahmed bin Hanbel)
Hanımlarını taltif ederdi.
Bir gün Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ümmü Seleme’nin yanında idi. Ümmü Seleme’nin kızı Zeyneb de oradaydı.
Fâtımatü’z-Zehrâ, oğulları Hasan ve Hüseyin ile oraya geldi. Rasûlullâh bunları kucaklayıp:
“–Ehl-i Beytim, Allâh’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Allah her türlü hamde lâyıktır. O ne üstün bir şeref sahibidir!..” buyurdu.
Kızı Zeyneb’in anlattığına göre, Hazret-i Ümmü Seleme bunu duyunca ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona bakarak müşfik bir hâlde:
“–Seni ağlatan nedir?” diye sordu. Bunun üzerine o:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, (Allâh’ın rahmet ve bereketini) ehl-i beytin arasında taksim ettin; beni ve kızımı bıraktın.” cevabını verdi. Onun bu sözü üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Hem sen, hem de kızın Ehl-i Beyttensiniz.”
Hanımlarının önceki eşlerinden olan çocukları ile ilgilenirdi.
Bir rivâyete göre; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yıkanırken, Ümmü Seleme’nin kızı olan Zeyneb -radıyallâhu anhâ- O’nun yanına yaklaşmış ve Rasûlullâh, onun (henüz küçücük bir çocuk olan Zeyneb’in) yüzüne su serpmişti.
Râvî, Zeyneb’den bahsederken, yaşlandığı hâlde yüzünde gençliğin tazeliği bulunuyordu, demekten kendini alamaz. Başka bir rivâyete göre de Zeyneb -radıyallâhu anhâ- bu yüzüne saçılan su bereketiyle bakanı imrendiren çok güzel bir yüze sahip olmuştu.
* * *
Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme’nin çocuklarını kendi evlâtları gibi sever ve öylece himâye ederdi. Hattâ üvey oğlu Seleme’yi, Uhud’da şehîd olan amcası Hamza’nın kızı Ümâme ile evlendirmiştir. Nikâhlarını kıydıktan sonra da ashâbına dönerek:
“–Görüyorsunuz ki, ben onu mükâfatlandırdım.” buyurmuştur.
Hanımları ile istişâre ederdi.
Hudeybiye Barışı esnasında ashâbın, kendilerinden traş olup ihramdan çıkmalarını isteyen Allah Rasûlü’ne karşı mütereddit tavırları, Peygamber Efendimizi çok üzmüştü. Onların kendisine itaat etmediklerini düşünmeye başlamış ve helâk olmalarından korkmuştu. Bu esnada kendi kaldığı çadıra gelmiş ve durumu muhtereme zevcesi Ümmü Seleme’ye anlatmıştı. Onun:
“–Yâ Rasûlâllah! Onları mâzur görün. Onların ümidi, bu sene Kâbe’yi tavâf edebilmekti. Bu ümitleri boşa çıktığı gibi bir de müşriklerin arzusu üzerine antlaşma yapıldı. Siz çıkıp kurbanınızı kesiniz ve başınızı tıraş ediniz; Sizi böyle görünce onların tamamı Size uyacaktır.” demesi üzerine, Peygamber Efendimiz, çadırdan çıkıp Ümmü Seleme’nin dediği şekilde davranmış ve ashâb-ı kirâm da artık bu anlaşmadan geri dönüş olmayacağını anlayarak O’na uymuşlar ve kurbanlarını kesip başlarını tıraş ettirmişlerdi.
Hanımlarının fıtratlarına uygun işler yapmasına izin verirdi.
Zevcelerinden bazıları ticâretle, bazıları ilimle, bazıları deri tabaklama ve ondan eşya yapmakla, bazıları ibâdet ve infâkla meşgul olmayı severdi. Allah Rasûlü de her birini kendi fıtratı üzere yaptığı işlerde serbest bırakmış ve hoş görmüştü.
Hanımlarını güzel hareketlerini takdir ederdi.
Peygamber Efendimizin emri ile Ümmü Habîbe’yi hücresine Bilâl-i Habeşî götürmüştür. Ümmü Habîbe Annemiz, bu yeni evde bir süpürge bulmuş, yanında bulunan köle ile iş bölümü yaparak evi süpürdükten sonra kıl bir yaygı sererek odayı döşemişti. Akşam olup Peygamber Efendimiz Ümmü Habîbe’nin odasına gelince güzel bir koku hissetmiş ve içerinin tefriş edildiğini de gördükten sonra:
“–Kureyş kadınları etrafı döşeyen, yerleşik kadınlardır. Bedevî ve A’rabî değillerdir.” buyurarak iltifatta bulunmuşlardır.
Bu sözleri ile Peygamber Efendimiz, Ümmü Habîbe Annemizin temizlik ve döşeme zevkini takdir etmişlerdi.
YORUMLAR