Gece uyandım, bir levhaya yazılmış gibi zihnimde bu mısra:
“Yaraşır kim seni ser-defteri hûbân yazalar”
Çok sevdiğim Necâtî Bey’in, çok sevdiğim “… yazalar” redifli gazelinin ilk mısraı... Şiir olduğu için geçmiyordu zihnimden; O’na söylüyordum, sonradan şerhine yöneldi kalbim... Tâ on yıl öncesine gittim, bir anda. Ufak bir kâğıda bir beyit ve bir soru yazıp getirmişti iki öğrenci:
“-Bizim emekli edebiyat öğretmeni olan bir hocamız var, size bu soruyu iletmemizi istediler.”
“Yâ Rab, bana cism ü can gerekmez,
Cânân yok ise, cihan gerekmez.”
(Fuzûlî)
Soru şu idi:
“-Fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-rasul ve fenâ fillâh’ta cânân kim olur?”
Mükemmel bir cevap verme arzusu, hiç cevap verememeye götürdü zamanla... Hâlâ da cevap gönderebilmiş değilim. Ama bu gece bu gazeli, o hiç tanımadığım öğretmenle paylaştım gönülden: “Yaraşır kim seni ser-defteri hûbân yazalar”
* * *
Her devirde çeşitli meşreplere ve bölgelere göre evliyaullah hazarâtı bulunmuş. Hepsinin mürîdânı, kendi mürşidini, “zamanın sultanı” olarak görmüş, bilmiş. Nasıl ki âşık için, kendi sevdiği, dünyanın en güzelidir, gözü başkasını görmez, Mecnûn’un Leylâ’ya “bir de benim gözümle görsen” bakışı gibi, muhabbet, sevgiliyi kusursuz gösteren bir gözlük âdeta, kalbe takılan...
Ben de “yedi tepenin sultanı” diye seviyorum ya bu ara sizi üstâdım, rûhu güzellerin en başına yazsalar, lâyıksınız!
* * *
Ser-firâz etti de gönül kuşum, Hazret-i Âişe’nin gönlüne karıştı. “Yûsuf’u görünce ellerini kesenler, benim Ahmed’imi görselerdi, yüreklerini keserlerdi!..” demiş ya.
“Yûsuf’la güzellikte sorarlarsa seni bana
Yûsuf’u bilmem amma seni rânâ bilirim”
(Bâkî)
Gelmiş geçmiş erkeklerin en güzel yüzlüsü Yusuf aleyhisselâm. Kadınların en güzel yüzlüsü de Sâre Vâlidemiz kabul ediliyor genellikle… “Ser-defter-i hûbân” onlar... Ama hiçbir âşık, bunu gönlüne kabul ettiremiyor. “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” deyip kendi yârini başa çekiyor. Ben de şimdi, o ağır ilâhîyi tutturdum içimden;
“Ey güzellerden güzel rûhum Rasûl-i Kibriyâ
Hasta gönlüme nazar kıl, kalbime Sensin devâ
Derdime derman olan ancak cemâlin nûrudur
İsmini anmakla dâim her gönül bulur safâ”
“Ser-defter-i hûbân” olmak, her devirde ve sonsuza dek O’na yakışıyor en çok... “Allâh’ın Habîbi” olması hasebiyle “Allah sevmiş, gayrı ne denir, ne delil aranır?” diyorum coşkuyla… Zevkine güvendiğimiz birinin tavsiyelerini nasıl önemser ve dikkate alırsak bize Allâh’ı öğretmek ve tanıtmak için gönderilmiş Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek ve tanımak için de Allâh’ı ve Kur’ân’ı en büyük referans kabul ediyoruz evvel emirde ve tabiî olarak… “Le amrüke”, “rahmeten lil âlemîn”, “raûf-rahîm”, “üsve-i hasene”….
* * *
O; “tebârakallahu ahsenü’l-hâlıkîn”!..
Fenâfillah makamında olanlar, elbette bütün cânânlarda hüsn-i mutlak, mâşuk-ı ezelî ve ebedî olan Allâh’ı bulurlar.
“Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl
Ben muhibb-i Lâ yezâl’im, lâ uhibbul âfilîn” derler. (Güzellerin güzellik güneşi neticede batar; ben, Asla Batmayan’ın âşığıyım, ben batan şeyleri sevmem...)
Her menzili aşmış, her eşikten atlamış ve dergâh-ı ilâhîye ulaşmıştır onlar... Yıldıza, Ay’a, Güneş’e bakıp Rabbi sanan, hepsi batıp kaybolunca “Ben batan şeyleri sevmem!” diyerek hakikî Rabb’e yönelen, O’nu bulan Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- gibi…
“…Şimdi sen ölür ya da öldürülürsen onlar topukları üzerine geriye mi dönecekler?!” (Âl-i İmrân, 144) buyurarak âşıkları kendi tarafına yönlendiren mâşuk-ı hakikî Cenâb-ı Hak, Hayy ve Kayyum isimleriyle madde ve mânâ plânında, makro ve mikro âlemde “yegâne var”, “yegâne yâr” olarak tecellî ediyor. Bütün fânî sevgililer, birer birer ölüp terk ederken bizi, Hayy olan Allah aslâ yalnız ve yardımsız bırakmıyor kullarını... “Kayyûm” ismiyle tecellî ediyor, ayakta tutuyor varlığımızı, başımızı, yolculuk şevkimizi diri tutuyor, izzetimizi muhafaza ediyor.
Hangi sıfatıyla ele alsak hayranlık ve muhabbetle “Yaraşır kim Sen’i, ser defter-i hûbân yazalar” deriz Rabbimize…
* * *
“Sen, kendini senâ ettiğin gibisin;
Biz, Seni övmekten âciziz yâ Adl, ya Cemîl!..”
YORUMLAR