Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzurundan bir adam geçti. Peygamber Efendimiz yanında oturanlardan birine:
“-Şu geçen hakkında ne dersin?” buyurdu. O da:
“-Eşraftan biridir. Vallâhi kız istese kendisine verilmesine, bir şey hakkında konuşsa, sözünün dinlenmesine çok lâyıktır.” cevabını verdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sustular. Bir müddet sonra bir başkası geçti. Bu sefer yine:
“-Ya bunun hakkında ne dersin?” buyurdu. Adam cevap verdi:
“-Yâ Rasûlallah, bu müslümanların fakirlerinden biridir. Kız istese reddedilmeye, bir şey hakkında şefaat etse, kabul olunmamaya ve konuştuğu vakit, sözü dinlenmemeye lâyıktır.”
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“-(Hayır), bu (adam), yeryüzü dolusunca öbüründen hayırlıdır.” (Buhârî, Nikâh, 16)
Bizler, yukarıdaki hadîs-i şerîfi acaba nasıl anlıyoruz? Anlayışımız, Allah ve Rasûlü’nün murâdınca mı? Hanefîler’e göre “denklik” (kefâet), yani evlilikte kız ve erkek arasındaki uygunluk, altı yerde aranır. Bunlar: Dindarlık, İslâm, hürriyet, neseb, mal ve meslektir.
Bilâl-i Habeşî gibi, Râbiatü’l-Adeviyye gibi, Harun Reşid’in Ayaz’ı gibi, görünüşte köle, ama hakikatte mânâ sultanları olan büyük insanlar var. Bunların dengini nasıl bileceğiz?
Horasan Nişabur’da bir vali vardır, kızı evlenme çağına gelmiştir. Kızını, çok takvâlı diye Mübarek adında hizmetlisi ile evlendirmeye karar verir. Teklif eder:
“-Kızımı sana vermek istiyorum.” der.
Mübarek, vali kızı ve sıradan bir hizmetli arasında denklik olmadığına işaret ederek:
“-Aman efendim, ben basit bir hizmetliyim, bu nasıl olur?” diye cevap verir.
Vali kararlıdır. Bunu mânî olarak görmez ve kızını hizmetlisi ile evlendirir. Aradan bir süre geçer, kızın annesi kızından, Mübarek ile aralarında karı-koca münâsebetinin gerçekleşmediğini öğrenip durumu kocasına bildirir. Vali durumu öğrenmek için Mübarek’i yanına çağırır ve sorar:
“-Sen bu evliliği ciddiye almıyor musun, sen neden kızıma dokunmadın?”
Mübarek cevap verir:
“-Efendim, insanın kanından haram kırk günde çıkar, evlilik ciddî bir müessesedir, doğacak çocuk bizlere emanettir. İstedim ki, her ikimizin de bedeninde harama dair hiçbir şey kalmasın ve o zaman birlikte olalım.”
O kadar çok haklıdır ki, bu evlilikten mutasavvıf, gönül ehli, kahraman bir kumandan, kıymetli bir âlim olan Abdullah bin Mübarek doğar. İmâm-ı Âzam’ın anne ve babası da bu hassasiyettedir, dedesi de…
Muhterem Ali Ulvi Kurucu Efendi’nin annesi vefat eder. Beşikte küçük bir kardeşi ile öylece kalakalmışlardır. Babası, çaresizliğini kayınpederine anlatır. O da:
“-Sen hiç sıkıntı etme, kızım Aliye’yi sana veriyorum.” deyiverir.
Ne Aliye’ye sorar, gönlün var mı diye, ne hanımına… Söz verilmiştir bir kere… Gencecik Aliye itiraz edemez, gönlü istemese de... Düğün günü müdür, cenaze günü mü belli değil! Yatar, getirdiği üç beş minderin üstüne, ağlar akşama dek, koca evinde… Aradan bir hafta geçer; bizim Aliye çok neşelidir, bir de çok huzurlu… Yıllar sonra anlatır, eşine-dostuna sevdiklerine:
“-Ben huzur nedir, bu âileye gelin gelince öğrendim. Erkekler bizden çekinir, öksürürler, geldiklerini haber vermek için... Sultan biziz, bu evin içinde… Evin içinde birkaç oda, birinde kayınvâlidem-kayınpederim, birinde Muhterem Hacıveyiszâde Hazretleri, birinde de biz yatarız, geceleyin. Gündüz, odalar herkesin… O kadar kalabalık olduğumuz hâlde ne gürültü olur, ne ses yükselir, herkes sâkin, huzur içinde… Geceleyin kimse kimseyi çağırmadan kapılar tek tek açılır mâbeynde namaz kılınır, kadınlı-erkekli cemaat hâlinde, duâlar edilir. Bu evde namaz, hep cemaatle kılınır, Kur’ân okunur. Ne pişirirsek o yenir, kimse demez, «Bu niye?!»”
Aradan yıllar geçmiş, Medîne mücâviri olmuşlardır. Aliye Hanım oğlu Ali Ulvi’ye seslenir:
“-Kuba Câmii’nin imamı çok güzel namaz kıldırıyor, kıraati rûhuma huzur veriyor. Oğlum, beni her gün bir vakit oraya namaza götür.”
Bu ricayı emir telâkkî eder Ali Ulvi, bindirir anacığını eşeğin üstüne, kendisi yayan, giderler Kuba Mescidi’ne…”
Aliye kız, Aliye Sultan olur, Hacıveyiszâdelerin evinde… Gönlü hiç râzı değilken bu evliliğe hep şükür secdesindedir; “İyi ki gelin geldim bu eve!” diye…
* * *
Günümüzde âileler, çok değişik bir hâl aldı. Eskiden anne ya da babaya bakıp evlâtlarını üç aşağı beş yukarı tahmin edebilirdik… Şimdi öyle değil, dindar bir anne-babanın nihilist (inkârcı) bir evlâdı olabiliyor. Kur’ân kurslarının kapatılması ve sekiz yıllık mecburî eğitimle tesettür, dindar âilelerin çocuklarında da görünmez oldu. Aynı çatının içinde farklı düşünce sistemlerine sahip insanlar çoğaldı. Çok kültürlü şehirlerimiz gibi… “Dindarlıkta denklik nasıl aranacak?” bilemedik, açıp bakamıyorsun ki kimsenin kalbine… Çevre, arkadaş grupları, sanal âlem, hele ki internetle bilgiye kolay ve çok hızlı kavuşmak, çok değiştirdi gençleri de, ebeveynleri de…
Baba tasavvuf ehli, oğlu radikal müslüman, anne eşine itaatkâr, kızı feminist takılır, görünüşte hepsi dindar… Kadın hamarat bir ev hanımı; kızı, ders çalışmaktan, sınavlara hazırlanmaktan yumurta kırmayı bilmez, annesine güvenir, annesi de:
“-Onun işi ders çalışmak, benim ise onlara hizmet etmek!..” deyip doğrular kızını, iftihar eder kazandığı üniversite ile… Ahlâktan çok üniversiteler konuşulur, evlilik birlikteliğinde…
Baba, oğluna eşraftan birinin kızını lâyık görürken, oğlan komünist zihniyetli sınıf arkadaşına çoktan âşık olmuştur. Dobra kızdır, esaslı kızdır, annesinin gösterdiği kızlar gibi “mıy mıy” değildir, kafa dengidir…
“-Onu almazsanız, beni kaybedersiniz.” deyiverir.
Hâfız hocaefendinin bütün oğulları, kendi beğendikleri kızlarla evlenmiştir; hiç birinin başı örtülü de değildir, dînî hassasiyetleri de yoktur. Ne yapsın; duâ eder hâfız efendi; gelinlerinin hidâyetine… Doğrusu güzel, alımlı, akıllı, çalışan kızlardır hepsi de... Yavaş yavaş örterler başlarını, önce kayınpederlerinin yanında, sonra cemi cümle içinde…
“-İyi ki evlenmişler oğullarım, çok mutlular!” der, Hâfız Efendi, “Oğullarım esaslı çıktı, örttürdüler eşlerinin başını…”
Günümüz biraz karışık dedim ya, şekle mi bakacağız, öze mi bilemedik. Ayağında pantolon, kısa tunik ile başı deve hörgücü misâli örtülü, namaz kılmayan kızımız bir yanda; başı açık namaz kılan diğer yanda… Dindarlıkta hangisini denk kabul edeceğiz; “Ahlâkına bak sen ahlâkına, nasılsa değişir hepsi!” mi diyeceğiz?!
Görücü usûlü evlilikleri kabul etmiyor artık gençler, kendisi tanımak, aşk evliliği yapmak istiyor. Hâl böyle olunca, “denklik” aşka kalıyor. Kimileri ise, evde annesinin pişirmesine, babasının getirmesine alışmış, evlenmek istemiyor, bin dereden bin su getiriyor.
“-Evlenilecek erkek gibi bir erkek yok/kız gibi kız yok; sizin hiçbir şeyden haberiniz yok, konuşuyorsunuz benimle!..” deyiveriyor ebeveynine…
Kız çok mücâhide takılıyor, evleneceği eşinin de sosyal olmasını istiyor. Sadece abdest-namaz yetmiyor, bakıyor durumuna… Oğlan çok pısırık, iki kelimeyi bir araya getirmeyi bilmiyor:
“-Annesinin beğendiği kızla evlenecek birisi ile evlenilir mi günümüzde, hangi devirde yaşıyoruz!” deyip sözü kesiyor, bizim mücâhide…
Evde çocuk ağlarken, toplantıdan toplantıya koşan, mitingden mitinge atlayan mücâhit, telefonu açacak fırsatı olmayan kocası ile ileride mutlu olacak mı; ihtiyaçlar, ideallerin önüne geçince aynı yiğitlik kalır mı serde, bu da ayrı mesele…
Şu “elektrik alma” işleri de denkliğin çok önüne geçti. Genç kız, delikanlı ile üç kez görüşmüş:
“-Ben duygularımdan hâlâ emin değilim. Sevemedim gibi, tekrar görüşsem mi acaba?” diyor.
Konuşurken çocuğa ümit veriyor, eve gelince vazgeçip:
“-Ben sana ısınamadım.” diyor.
“-Her şey denk, daha ne var, bu neyin ısınması?” diyemiyoruz… En sonunda kararı veriyor:
“-Benim memleketimde yaşarsak evlenirim seninle…”
Denklik, genelde kız evlâdın huzurlu bir yuvası olması için aranıyor. Ahlâkî zaafları olan fâsık bir erkek; iffetli, faziletli kızımızı heder etmesin diye… Nesepçe “denklik” aransa da, müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesine müsaade etmiş dînimiz... Erkeğin malının kadından daha çok olması istenmiş, aranan denkliğin içinde… Günümüz annelerine bakılırsa, oğluna mal kalsın diye daha zengin kızlar ile evlendirmenin peşinde… Günümüzde zengin kız, fakir oğlan hikâyeleri sadece Yeşilçam’ın gündeminde değil… Yaramaz, söz dinlemez, iffetsiz oğullarına; “ayrılmaya cesaret edemez” diye fakir, mümkünse yetim kızları gelin getirenler az değil, hâlâ içimizde… Oğlan anaları, artık oğullarına kız ararken “çalışan olsun” ama mümkünse “fahrî” ya da “ücretli” değil, “tapu gibi devlette çalışan kadrolu olsun” derdinde… Hayat müşterek, herkes çalışacak; hayat zor, nasıl ev, araba alınacak?
Kız, üniversitede hoca olmuş, oğlan lise mezunu bir iş adamı… Anne-baba:
“-Kızım, o sana denk değil, sen okumayı-yazmayı seversin. O okumaz, senin gibi değil. Yarın senin ders çalışman bile ona batmaya başlar. Onun okumaması da sana batmaya başlar.” dese de -gerçi oğlan çok zengin olup kızına hayatını yaşatacağı, onun parasının yanında kızın maaşının lafının bile edilmeyeceğini görüp pek ses edenine şahit olmasam da-:
“-Çok âşık oldum.” der bizim kız… “Âşık mı olmuş, saygı duyarız, buyursun evlensinler, sevgi kolay bulunmuyor!..” modundayız hepimiz de…
“-Ben tek bir denklik bilirim.” diyor genç, “Kafa denkliği, gerisi hikâye…” Felsefesini bile yapmışlar…
“-Aşk dedin mi sular durur.” diyor bir diğeri…
Gençlerin gözünde evlilikte denklik böyle…
“-Halam üniversite mezunu, eniştem ilkokul; mutlular, geçinip gidiyorlar, onların evine gidince huzur buluyorum. Babam ve annem, ikisi de üniversite mezunu, babamdan yemediğim dayak kalmadı. Keşke eniştem benim babam olsaydı, ne iyi olurdu.” diyor, gençlerin bir diğeri de...
“-Üç üniversite bitirmiş, hâlâ adam olamamış kazmalar geziyor etrafta…” diyor diğer kızımız…
Dikkatinize sunmam gereken bir husus var ki, o da bu gençlerin yirmili yaşlarda olması… Daha genç olanların felsefesi, “Nefsinin götürdüğü yere git, yaşaman gerekli olan her ne ise yaşa, hayatın güzelliğinin tadını çıkar!”
“-Neden milleti dinledim de onunla evlenmedim, pişmanlığını yaşamamak, keşke dememek…” diyor on sekizini geçen, “isyankâr takılan”(!) (kendileri öyle olduklarını söylüyorlar) gençler…
Kamyon arkası yazısı gibi konuşuyor, bir diğeri de:
“-El âlem ne der demeyeceksin; gönlüne dikkat edeceksin…”
“-Neticede sevgi, saygı önemli… Kendine güveni olan, iş bilen, eşini aç koymaz. Kaç yıl okumuş hiç önemli değil, önemli olan seni taşıması…” diyor, diğer on dokuzluk…
Eskiden “elektrik” önemli mesele idi, şimdi de “birbirini taşımak” çıktı. Denkliği, “taşımak” olarak mı algılıyoruz acaba diye konuşuyorum kendi kendime…
Eşinden ayrılmış, çocuklu birine; hiç evlenmemiş birini bulmaya çalışırlar, burada denklik nerede? Bir dönem başörtüsü yasağından okullarını bitiremeyen kızlar, en büyük darbeyi dindar erkeklerden yemişlerdi. Sebebi ise, kariyer yapacak delikanlılara bu kızlar mânî (!) olurlardı. Vali, kaymakam, akademisyen vb. olacaksan dindar kız almayacaksın, oğlunun önünü kapatır. O dönem en kıymetli dindar kızlar; ilk veya ortaokul mezunları ile evlendiler.
“-Babası olmayan oğlana kız verilmez. Kiminle oturup kalkacağız kadınla mı?” Kızın babası söyler bunu, büyük konuştuğunu düşünmeden...
Hanımın oğlu tesisatçı; gerçekten dindar, Allah’tan korkan bir çocuk… Lâkin gelin bulamıyorlar; tipi de fena değil; sebebi maaşı düşük… “…Sen dindar olanı seç!” hadîsi raflarda… “Sen zenginlerin içinde dindar olanını seç!” olarak algılıyoruz herhâlde…
Hâfız, terbiyeli, güzel ahlâklı bir kızımız, kendisi sevgili edinemeyeceği için görücü usûlü dünürcülere çıkar, lâkin pek beğenilmez. Sebebi, oturduğu gecekondu evi…
Elazığ’da özel bir vazifede bulunduğumuz zaman asker emeklisi, şâir bir beyle tanışmıştık. Hemen anlatmaya başladı:
“-Üniversitede öğrenci iken sınıf arkadaşım bir kızı saf, temiz duygularla sevdim. Okulun bitmesine yakın, durumu anneme anlattım. Bana ağır bir küfürle, aslâ olmayacağını, teyzemin kızının benim için en uygun kişi olduğunu, yaşadığı müddetçe o kızı alırsam beni evlâtlıktan sileceğini söyledi. Biz de ataya itaat vardır. Anamın dediği ile evlendik. Anam kendisine gelin aldı, bana eş değil… Birbirimizi incitmedik, ama evlilikteki «meveddet» pek oluşmadı, sadece merhamet vardı. Sevdiğim kız kimse ile evlenmedi, çok genç yaşta da vefat etti. Çok ağladım, eşim de ağladı.”
“-Eşinizde mi ağladı?”
“-Evet, bakın yanımda… İsterse kendisi söylesin.”
Bütün bunları evli olduğu kadının yanında anlatıyormuş, biz kadından utandık, onun yanında bu hikâyeyi dinlediğimiz için... Kadıncağız anladı:
“-Bir sıkıntı yok!” dedi, “Gerçekten ben de ağladım. Sevenleri ayırmamak lâzım. İkimiz için de «sevgi imtihanı» ile örülü bir evlilik yaşadık. Kızın ölümü bana çok tesir etti. Belli ki kara sevdadan öldü.”
“-Peki, kayınvâlideniz ne zaman vefat etti?”
“-Evliliğimizden birkaç yıl sonra…”
Onun hatırı için yapılan evliliğin, kadıncağız kısa bir süre saâdetini sürebiliyor, o gittikten sonra da devam ediyor…
Bugün oğluna “gelin/kız” arayanların ilk baktıkları, anne ve babasının iş ve mevkisi, ikincisi kızın tipi ve güzelliği, üçüncüsü kızın işi ve mezun olduğu okul... Gösterişli, alımlı çalımlı kınalarda iyi oynayan kızlar tercih sebebi... Bir köşede oturan, utangaç, kıyafeti fazla kapalı kız:
“-İçine kapanık, yere bakan yürek yakan olur onlar, aman dikkat!. İçi dışında olan iyidir.”
Sanırsın hepsi psikoloji profesörü…
Doçent olup kırklı yaşlarına yaklaşan birisine eş adayı bulması için yardımcı olalım dedik. Otuzlu yaşlarda meslek sahibi kızımız ile prensip olarak görüşmek bile istemedi. Sebebi, prensip olarak otuz yaşını geçmiş bir kız istemiyormuş. Düşündüm, acaba sebebi çocuk sahibi olamama endişesi mi? İyi de azîzim, rahimler Allâh’ın elinde, bakarsın 40 yaşını geçen kişiye üç evlât verir, yirmili yaşlarındakine vermez.
Adam, İmam Hatip’teyken evleniyor, eşi ilkokul mezunu… Zamanla akademisyen olup ünvan sahibi olunca, yüksek lisans yapan öğrencileri ile eşini kıyaslamaya başlıyor:
“-Sen ne bilirsin, câhilin tekisin; aklın kadar konuş!..”
Bu durumdan kendisini kurtarmak isteyen eş ise, dünyevîleştikçe dünyevîleşiyor; bakımlar, alışverişler, direksiyon eğitimleri, derneklere üyelik… Güzel ahlâkla örülmüş dindarlık, en büyük nîmetken neden komplekse kapılırız?! Şahsiyetimiz en önemli meziyetimiz iken, sahip olduklarımızla kendimizi ispatlamaya çalışırız? Allâh’ın rızâsını gözeten güzel ahlâk, iki cihan saadeti sebebi değil midir?
Elazığ’daki hikâyenin, kayınvâlidenin vefatına rağmen devamının sebebi, Allah korkusu ve merhamet… Bugün nice insan, sevgisinin büyüklüğünden bahseder, lâkin merhametsizdir.
Arkadaş, yeğeninden bahsetmişti; Ramazan’da iftara davet etmiş, gitmişler. Yemekten sonra yeğeni, eşini uyarmış:
“-Bulaşıkları makineye koyma sırası senin! Çayı da koyuver, ben ilgilenirim…”
Neymiş, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi işini kendisi yaparmış, bu sünnet imiş. Kız, uzman hekim, eşi pratisyen olunca mı bilmem ya da para çok tatlı olup, çok güzel bir mevkide oturdukları ve bu konforu kaybetmek istemediğinden mi bilmem, damat kuzu kuzu eşinin her dediğini yapıyor. Ben kadınlığımdan utandım, yeğenimi uyardım.
“«-Canı isterse… Kapı orada… Bizim evde işler böyle…» deyiverdi.” demişti.
Ortalık aşk sanılan, hayaller üzerine kurulan, sonradan şehvet olduğu anlaşılıp da târumâr olan evlilikler ile kayınvâlidelerin “kendine eş beğenir gibi” aldıkları gelin fâciâlarından geçilmez oldu. Akıl, iz’an, vicdan tatile çıktı… Nefsânî duygular gırla gidiyor.
Denkliğe dair bütün hassasiyetler, yuvanın sağlam temeller üzerine kurulması için olsa da günümüzde bu konu çok yeri yırtılmış kumaşa döndü. “Geçmişte bu iş oluyormuş, günümüzde neden olmuyor?” dersek, hırs, beklenti, kanaatsizlik, “Elâlem ne der?” derdi, dünyevîleşme…
En önemli sebebi ise, kararları Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını düşünerek değil de nefsânî ve dünyevî endişelerle vermek. Bildik ki en büyük denklik, göz aydınlığında… (Bkz. el-Furkan, 74)
YORUMLAR