El Kârda, Gönül Yârda

Ameller, niyetlere göredir. Yapılan her iş, gönüldeki maksada göre değer kazanır. Eğer helâl olan bir şeyi, sırf Allah rızası için yapıyorsan onun kıymeti hiçbir şey ile ölçülemez, o kendi başına bir ibadet hâline dönüşür.

Haram ameller, zaten Allah için işlenmez. Bir insanın kötü bir iş yaparken niyetinin iyi olması onu kurtarmaya yetmez. Bunun içindir ki, “Cehennem, iyi niyet taşları ile döşenmiştir.” denilmiştir.

O hâlde, dini, onu indirenin belirlediği esaslara uyarak yaşamak gereklidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

(Rasûlüm!) Şüphesiz ki, Kitab’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de, dîni Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.” (ez-Zümer, 2)

“Din nasıl Allâh’a has kılınır? İbâdet nasıl ihlâs ile yapılır?” denilecek olursa, kısaca “Allâh’ın insanlardan istediği şekilde” diye cevap verebiliriz. Peki, Allah, kullarının kendisine nasıl kulluk etmesini ister?

Öncelikle tek Rab olarak kendisini kabul etmesini… Yani kendisini yoktan var eden, yaratan, rızık veren; akıl, irâde, sağlık, îman ve hidâyet lûtfeden en yüce kudret oluşunu itiraf etmesini… Ve bunun tabiî neticesi olarak O’nun emir ve yasaklarına bütün kalbi ve benliğiyle teslim oluşunu…

Sâlih bir kul, Rabbinin büyüklüğünü ve kendinin aczini itiraf edince gerçek “kulluk” başlar. Bu kulluktaki ihlâs ise, ibadetleri îfâ ederken Allah dışında hiçbir varlıktan herhangi bir beklenti içinde olmamaktır. Yani bir ibâdetin yapılmasıyla bir mükâfâta nâil olmaya çalışmak veya bir başkasının cezalandıracağı korkusuyla Allâh’a ibâdeti terk etmek, ihlâsı ve dolayısıyla kulluğu zedeler.

Kul, ne ibâdetini, başkalarının gözüne girmek (riyâ ve gösteriş) için yapar ne de ibâdetini yapıp bitirdikten sonra bununla iftihar ederek gurur ve kibre kapılır.

Onun gözünde ibâdet, Rabbinin tartışılmaz, ertelenmez, ihmal edilmez emridir. Kendisine bu emri veren Rabbi, aynı zamanda o emri ifa etmek için irade ve gücü de lutfetmiştir. Kul, bu ihsan ve lûtfun minneti içindeyken nasıl olur da ibâdeti kendine mâl ederek o ibâdetle övünebilir ki?!

Yalnızken de, kalabalıkta da, ezân okunur okunmaz, “Yaratanım beni çağrıyor!..” diyerek zihninde başka hiçbir düşünceye yer vermeden kılınan namaz ihlâslıdır, huşu iledir, böyle bir namazın tadı başka hiçbir şeyde yoktur.

Ramazan ayında oruç tutarken; “Herkes tutuyor, ben de tutayım, ayıp olmasın!” diye düşünmek veya “zayıflamak için” oruç tutmak, ibâdet değildir. İbâdet, sırf Allah istediği için ve ancak O’nun istediği şekilde yapılırsa bir değer ifade eder. Orucun rûhâniyeti günümüze; Ramazan ayının rûhâniyeti de ömrümüze yansımalıdır. İnsanın her türlü günahla dolu hayatına devam ederken, kendisini yalnızca yemeden içmeden mahrum ederek tuttuğu oruç, kuru bir açlıktan ibarettir. Böyle bir orucun ne bu dünyada, ne de âhirette hiçbir faydası olmaz.

Velhâsıl bütün ibadetler, hiçbir maddî beklenti olmadan, sırf Allah rızası için yapılırsa ihlâslı olur.

İhlâslı kullar, her türlü isteklerini, sadece Allah Teâlâ’dan isterler. İnsanların, birer sebep ve vâsıta olduğunu iyi bilirler. İnsanlara teşekkür ve minnet beslerken, nimeti lutfedenin hakikatte Allah olduğunu unutmazlar.

Öyle süslü-yaldızlı kelimelerle, yapmacık bir şekilde uzun uzun yapılan duâlardan ziyade; kırık dökük de olsa yürekten, gözyaşlarıyla, âdâbınca, ihlâsla yapılan duâlar Allah katında daha makbuldür.

Yine bir mü’min kardeş için, onun gıyâbında edilen duâların makbul olduğu da haber verilmiştir. Çünkü bu duâda menfaat yoktur, riyâ ve gurur yoktur. Sadece iman kardeşliği, başkasının hayrını istemek ve samimiyet vardır. İşte böyle duâlarla Rabbimiz arasında perde kalkar. Hem duâ edilen ve hem de duâ eden, nihayetsiz nimetlere nâil olur.

Allâh’ın hazinesi geniştir. Sıradan gündelik işler bile ihlâs ve güzel niyet sayesinde ibâdete dönüşür. Meselâ ticâret yapıp bundan para da kazanan bir insan, yaptığı işinde Allâh’ın haram sınırını çiğnemez ve âilesinin geçimini helâlinden temin etmeyi gâye edinirse, çekmiş olduğu bütün çileler ibâdete dönüşüverir. Aynı şekilde evinde eşine ve çocuklarına yemek hazırlayan bir hanım, bu hizmet ve fedakârlığını Allah rızasını düşünerek yapmış olsa, yapmış olduğu yemek bile bir ibâdete döner. Onun için eskiler, “El kârda, gönül yârda…” demişlerdir. Niyetimizi düzelterek yaptığımız gündelik işler bile bir sevap ve hayır kapısı hâline geliveriyor. Ne büyük bir din!.. Ne cömert bir Rab!..

Maddî ve mânevî her türlü tedbirini aldıktan sonra, başına gelen sıkıntılara, “Rabbim Senden geldi, yine bunun çaresi Sensin!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a tevekkül eden bir kuldan daha huzurlusu var mıdır?!

 Velhâsıl gerek ibadet ve kullukta, gerekse şahsî hayatımızda ve topluma karşı hizmetlerimizde ihlâs şarttır. Niyet iyi olursa, yapılan her iş, makbul ve muteber olur. Niyet kötü ise veya ihlastan uzak ise, en değerli iş bile beş para etmez!..

Cenâb-ı Hak cümlemizi, attığı her adımı ve yaptığı her işi, yalnızca Allah için olan ihlâslı kullarından eylesin! Âmîn!..

 Kübra ÇOBAN

 

 

Ek:

Hadîs-i Şerîf

Ebû Hü­rey­re -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, ibâ­det­le­rin­de ih­lâ­sı kay­be­dip, ben­lik ve he­vâ­la­rı­nı öne çı­kar­tan kim­se­le­rin âkı­be­ti hak­kın­da Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in şöyle bu­yur­du­ğu­nu ha­ber ver­mek­te­dir:

“Kı­ya­met gü­nü he­sâ­bı ilk gö­rü­le­cek ki­şi, şe­hid düş­müş bir kim­se olup hu­zu­ra ge­ti­ri­lir. Al­lâh Te­âlâ, ona ver­di­ği nî­met­le­ri ha­tır­la­tır, o da ha­tır­lar ve bun­la­ra ka­vuş­tu­ğu­nu îti­raf eder. Ce­nâb-ı Hak:

«– Pe­ki, bun­la­ra kar­şı ne yap­tın?» bu­yu­rur.

O kim­se:

«– Şe­hid dü­şün­ce­ye ka­dar Sen’in uğ­run­da ci­hâd et­tim.» di­ye ce­vap ve­rir.

Ce­nâb-ı Hak:

«– Ya­lan söy­lü­yor­sun. Sen, ne kah­ra­man adam de­sin­ler di­ye sa­vaş­tın, o da de­nil­di.» bu­yu­rur. Son­ra em­ro­lu­nur da o ki­şi yü­züs­tü ce­hen­ne­me atı­lır.

Bu de­fa ilim öğ­ren­miş, öğ­ret­miş ve Kur’ân oku­muş bir ki­şi hu­zû­ra ge­ti­ri­lir. Al­lâh Teâlâ, ona da ver­di­ği nî­met­le­ri ha­tır­la­tır. O da ha­tır­lar ve îti­râf eder. Ona da:

«– Pe­ki bu nî­met­le­re kar­şı­lık ne yap­tın?» di­ye so­rar.

O ise:

«– İlim öğ­ren­dim, öğ­ret­tim ve Sen’in rı­zân için Kur’ân oku­dum.» ce­vâ­bı­nı ve­rir.

Ce­nâb-ı Hak:

«– Ya­lan söy­lü­yor­sun. Sen, âlim de­sin­ler di­ye ilim öğ­ren­din, ne gü­zel oku­yor de­sin­ler di­ye Kur’ân oku­dun. Bun­lar da se­nin hak­kın­da söy­len­di.» bu­yu­rur. Son­ra em­ro­lu­nur, o da yüzüs­tü ce­hen­ne­me atı­lır.

(Da­ha son­ra) Al­lâh’ın ken­di­si­ne her çe­şit mal ve im­kân ver­di­ği bir ki­şi ge­ti­ri­lir. Al­lâh Te­âlâ ver­di­ği nî­met­le­ri ona da ha­tır­la­tır. O da ve­ri­len nî­met­le­ri ha­tır­lar ve îti­râf eder.

Ce­nâb-ı Hak:

«– Pe­ki ya sen bu nî­met­le­re kar­şı­lık ne yap­tın?» bu­yu­rur.

O şa­hıs:

«– Ve­ril­me­si­ni sev­di­ğin, râ­zı ol­du­ğun hiç­bir yer­den esir­ge­me­dim, sa­de­ce se­nin rı­zâ­nı ka­zan­mak için ver­dim, har­ca­dım.» der.

Hak Te­âlâ:

«– Ya­lan söy­lü­yor­sun. Hâlbuki sen, bü­tün yap­tık­la­rı­nı ne cö­mert adam de­sin­ler di­ye yap­tın. Bu da se­nin için zâ­ten söy­len­di.» bu­yu­rur. Em­ro­lu­nur, bu da yü­züs­tü ce­hen­ne­me atılır.” (Müs­lim, İmâ­re, 152)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle