Susamış gönüllere bir damla su.
Umutsuz gözlere sonsuz bir umut…
Adını duyduğumuz zaman kalp atışlarımızın hızlandığı,
Başımızın tâcı, kâinâtın fahri Efendimiz;
En güvenilir insan, “el-emîn” sıfatı ile meşhur;
Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem...
O “el-Emîn”di. O, mâlum ve mâruf bir emîn şahsiyetti. Herkes tarafından bilinen, tanınan ve emin oluşunda herkesin ittifak ettiği kimse idi. Kendisine nübüvvet verilmeden önce de, insanlar, O’nun ahlâkının üstünlüğünü görmüş ve takdir etmişlerdi. Peygamberlik vazifesi verildikten sonra, O’nun getirdiği dâvâya düşmanlık edenler bile, O’nun ahlâkına hayranlıklarını gizleyememişlerdi.
“-Biz Seni değil, Sen’in getirdiğin dâvâyı istemiyoruz!..” demişlerdi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şahsen emindi. Onun inşâ ettiği örnek hayatta da “emânet” en büyük değerlerden biriydi. İnsanlar, güvendikleri insanı dinler ve saygı duydukları insana tâbî olurlar. Yine insanlar, samimiyetine, sadâkat ve güvenilirliğine inanmadıkları insanların etrafında toplanmazlar; böylelerinin dâvâsına yardım etmezler, destek olmazlar. İnanıp güvenmedikleri kimselere, sahip oldukları hiçbir şeyi emânet etmezler.
* * *
İlâhî bir terbiyenin altında olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocukluğunda da, gençliğinde de “emîn” sıfatı ile meşhur olmuştu. Arapçada bir kelimenin başına “el” takısının gelmesi, o kelimeye bilinen, tanınan mânâsını yükler. “Emîn” kelimesinin başına gelen “el” takısı da bu emînliğin, sıradan bir kimseye değil, “Hz. Muhammed’e ait, bilinen bir emînlik” mânâsını taşıdığını ifade eder. Yani “el-Emîn”den maksat, Hazret-i Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’di.
O, yalan söz söylemezdi; çünkü emîndi.
O, kimseye yanlış yapmazdı; çünkü emîndi.
O’nun yanında herkes kendisini güvende hissederdi; çünkü emîndi.
O’na herkes en kıymetli malını gönül rahatlığıyla emanet ederdi; çünkü emîndi.
O’nun herkese karşı adâletli olduğunu herkes bilirdi; çünkü emîndi.
O, söz verdiği zaman mutlaka yerine getirirdi; çünkü emîndi.
O, dîni, milliyeti, sosyal mertebesi ne olursa olsun antlaşma yaptığı insanlara sonuna kadar sâdık kalırdı; çünkü emîndi.
Çoğumuzun mâlumu olan şu hâdise, Peygamber Efendimiz’in nübüvvet vazifesinin verilmesine iki, bir rivâyete göre de beş yıl kala, müşrikler nezdindeki îtibarını ne güzel göstermektedir:
O, otuz beş veya otuz sekiz yaşındaydı. Kâbe’nin büyük bir sel baskını ile nerede ise yıkılmaya yüz tutması, Mekke’de mevcut olan kabileleri harekete geçirmişti. Her kabile, Kâbe’nin yeniden inşa edilmesinde kendisine de bir şeref düşmesi için çırpınıyordu. Mekke yakınlarındaki Şuaybe İskelesi’ne bir gemi sürüklenmiş, rüzgârın tesiriyle parçalanarak içindeki inşaat malzemeleri ile karaya oturmuştu. Bunu haber alan Mekkeliler, o gemideki malları Kâbe’nin yapımı için satın aldılar. Uzun bir emeğin neticesinde Kâbe’nin tâmirâtı sona erdi. Sıra, cennetten indirildiği kabul edilen “Hacerü’l-Esved”i yerine koymaya gelmişti. Herkes, bu şerefin kendisine ve kabilesine ait olmasını istiyordu. Neredeyse kabileler arasında büyük bir savaş çıkmak üzereydi. İçlerinde bulunan âkil bir adam olan Ebû Ümeyye, bu anlaşmazlığı ortadan kaldırmak için Benî Şeybe kapısını göstererek:
“-Bu kapıdan ilk gelen, bize hakem olsun. Ve o ne derse, herkes ona uysun.” diye bir teklifte bulundu. Bu teklif, herkes tarafından kabul gördü.
Ve o esnâda henüz peygamberlik ile vazifelendirilmemiş olan Abdullâh’ın oğlu Muhammed, bahsedilen kapıdan içeri girdi. Durumu, O’na bildirdiler. O da şimdiye kadar oradakilerin aklına gelmeyen bir teklifle meseleyi çüzüme kavuşturdu. Yere sermek üzere ridâsını çıkardı ve mübârek taşı, onun üzerine koydu. Her kabileden bir temsilci çağırdı. Temsilcilerin her biri, ridânın bir ucundan tutup taşı Kâbe’nin yanına getirdiler. Ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de mübârek elleri ile Hacer-i Esved’i mevcut yerine yerleştirdi.
Bu hâdisede herkesin sevindiği ve îtimad ettiği husus, şüphesiz Peygamber Efendimizin bu konuda âdil olacağı ve en küçük bir haksızlığa yer vermeyeceği idi.
Müşrikler biliyorlardı ki, O “Muhammedü’l-Emîn”di ve en doğru olanı ne ise, onu yapacaktı. Nitekim öyle de oldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- firâset ve zekâsı ile kabileler arasında çıkabilecek muhtemel bir husûmeti, daha çıkmadan tatlıya bağlamış oldu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfi, her müslüman için son derece mühim bir ölçüdür:
“Müslüman, başka insanların, onun elinden ve dilinden emîn olduğu kimsedir.” (Buhârî, İman, 4, 5)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gerek kendi kabilesiyle, gerekse Mekke’de bulunan diğer kabilelerle münâsebetlerine baktığımız zaman, hiçbirinin Peygamber Efendimiz’in şahsiyeti ile ilgili bir problemi olmadığını görmekteyiz. Her biri, O’nun güzel husûsiyetlerle donandığını ve ideal karakterin de “O’nun gibi olmak” olduğunun farkında idiler. Ancak O’nun ilâhî vahiyle insanlara ulaştırmaya çalıştığı din, toplumun ileri gelenlerinin şirkle kurdukları sömürü düzenini yerle bir ettiği ve kolayca elde ettikleri menfaatlerini zedelediği için zararlıydı. Bu dîne bütün güçleriyle karşı çıkmalarının altında bu sebepler yatıyordu.
Henüz tebliğin ilk yıllarında kavmini ve Mekke halkını içinde bulundukları inkâr belâsından ve cehâlet çirkefliğinden kurtarmak için var gücü ile çalışıyor, onlara dâvâsını anlatmak için gecesini gündüzüne katıyordu. İşte bu gayretlerini en güzel bir şekilde ifade eden şu hâdise de, O’nun hem tebliğ hassâsiyetini, hem de güvenilirliğini ispat etmektedir. Efendimiz, kavmini bir araya toplamış ve onlara şöyle hitap etmişti:
“-Ey Kureyş halkı! Size bu dağın arkasından bir düşman ordusunun gelmekte olduğunu haber versem bana inanır mısınız?!” Orada bulunanlar:
“-Evet, inanırız. Biz biliyoruz ki, Sen ömründe hiç yalan söylememiş «Muhammedü’l-Emîn»sin!..” diye cevap verdiler.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bunun üzerine şöyle dedi:
“-Size bundan daha tehlikelisini haber veriyorum; Allâh’ın bir olduğuna ve benim de O’nun Rasûlü olduğuma inanmaya dâvet ediyorum. Aksi hâlde sizi bekleyen bir hesap ve azap günü vardır!..”
Bunları söylediğinde, oradakiler Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i inkâr ettiler, alaya aldılar ve dağılıp gittiler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’ın tebliğinde canhıraş bir şekilde gayret göstermesi, bir ömür boyu sürmüştür. O, kendisini öldürmeye yeltenen Mekkeliler’in baskılarından bunalıp hicret edeceği zaman, elinde, Mekke müşriklerinin emânetleri vardı. İstese, o emânetleri sahiplenip yanında Medîne’ye götürebilirdi. Ama O, emânetlerinin hepsini, geride bıraktığı Ali’ye teslim etmiş ve sahiplerine ulaştırmasını tembihlemişti.
Medîne yıllarıydı. Mekkeli müşriklerle Medîne’deki müslümanlar arasında pek çok savaş olmuş ve nihayet iki taraf anlaşma yapmaya karar vermişti. Böylece Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve geçici bir sulh ortamı oluşmuştu.
İşte henüz müslüman olmamış bulunan Mekke reisi Ebû Süfyan, o dönem, ticaret için Şam’a gitmişti. Şam yakınlarında bulunan Bizans İmparatoru’nun Arab Yarımadası’ndan birisini çağırması üzerine de bu kralın huzuruna çıkmıştı. Kral, Ebû Süfyan’a bu yeni çıkan din ve o dînin peygamberi hakkında birçok sorular sordu. Bu sorulardan birisi de şu idi:
“-Peygamberlik iddiâsında bulunan bu zâtın, daha önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu?”
Ebû Süfyan:
“-Aslâ, çocukluğu aramızda geçti. Biz O’nun hayatı boyunca hiç yalan söylediğini duymadık!..” diye cevap verdi.
Bunun üzerine İmparator:
“-Size, peygamberlik iddiâsında bulunan bu zâtın, evvelce hiç yalan söyleyip söylemediğini sordum. O’nun hiç yalan söylemediğini ifâde ettiniz. Şâyet bu zât, insanlara karşı hiç yalan söylememişse, Allah hakkında nasıl yalan söyler?” dedi ve O’nun bu doğruluk ve güvenilirliği sebebiyle “gerçek bir peygamber olduğuna” işaret etti.
Emîn olmak, işte böyle bir şey!.. Kendisinin hiçbir bilgisi olmadığı bir zaman ve mekânda, en azılı düşmanları tarafından bile hakkının teslim edilmesi, doğruluk ve güvenilirliğinin itiraf edilmesi…
O, kendisini öldürmeye gelen herkesi kendisinde diriltmişti. O, kendisine düşmanlık besleyen herkesin düşmanlığını boşa çıkaracak üstün karakter ve şahsiyette idi.
Karşısındaki insana, hâli, tavrı ve konuşmasıyla bile güven telkin ediyordu. O’nun engin güven limanında herkes, kendisini en kıymetli biliyordu.
O’nun gönül sarayında herkese yer vardı. Öyle ki, zamanında O’na düşmanlık yapmış, eziyet etmiş insanlar bile hidâyet dairesine girdikten sonra, O’nun kardeşi olma şerefine nâil oluyorlardı.
O biliyordu ki, muhataplarını ikna etmenin birinci yolu, onların kendisine güvenini sağlamaktı. O da bundan dolayı en içten, en samimi ve en güvenilir hâl üzere idi. Fakat bunu, öyle görünmek için yapmıyordu. Eğer “öyle görünmek için yapsa” er-geç ortaya çıkardı. Bu, O’nun şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası, karakter ve ahlâkı idi.
Kısacası, Peygamber Efendimiz’in bu “güven merkezli insan kazanma metodu”ndan biz ümmetine düşebilecek hisseler de olmalı.
O’nun emânete, sadâkate verdiği ehemmiyetten bizlere düşecek hisseler de olmalı.
O’nun umut ve emniyet telkin eden mümin tavrından bizim mü’min karakterimize de katreler düşmeli...
YORUMLAR