Ekber Olan Allah

Sözlükte “yüceltmek, büyük olduğunu kabul etmek” anlamındaki tekbîr, dînî terim olarak “Allâh’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri itibariyle her şeyden yüce ve üstün olduğu” mânasına gelen “Allâhu ekber” cümlesini yahut bunu söylemeyi ifade eder.

Tekbir, bir müslümanın hayatında yaygın biçimde yer tutması gereken faziletli bir zikirdir.

Tekbir, başta namaz olmak üzere hac, kurban gibi birçok ibadetin rüknü ve tamamlayıcı parçası olmakla birlikte tevhid inancının da özüdür.

Allâh’ın azametinin temâşâ edildiği her yerde ve gündelik hayatta çeşitli vesîlelerle tekbir getirilmesi tavsiye edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’den bazı sûrelerin tilâvetinden sonra tekbir getirilmesi de sünnettir. Bu konuyla ilgili olarak, vahyin bir müddet kesintiye uğramasından sonra Duhâ Sûresi’nin inmesi üzerine Peygamber Efendimiz’in “Allâhu ekber” deyip sevincini gösterdiği, Duhâ ve ardından gelen sûrelerin peşinden tekbir getirilmesini istediği, Abdullah bin Abbas gibi ashâbın ileri gelenlerinin de Kur’ân-ı Kerîm okuttukları kişilerden, bu sûrelerden sonra tekbir getirmelerini istedikleri rivâyet edilir.

Denilmiştir ki:

“Tasavvufun maksadı da Allah Teâlâ Hazretleri’ni yüceltmek, O’nu her şeye tercih etmek olduğu için bu kavramla çok yakın bir alâka içindedir.”

Zünnûn-i Mısrî, sûfîleri târif ederken:

“Onlar öyle bir topluluktur ki, her şeyi bırakıp sadece Allâh’a yönelmişlerdir. Allah da onları her şeyin üzerine tercih etmiştir.” der.

Burada Allâh’a yönelmekten kasıt, Allah Teâlâ’yı her şeyden aziz bilmek ve O’nunla ilgili her şeyi kendi nefsî isteklerimizin üzerinde tutmaktır. Bu ise, Allâh’ı sadece lisan ile değil, gönlümüzle ve amellerimizle de yüceltmek demektir.

Aslında Allah Teâlâ’nın yücelerin yücesi olduğunu her müslüman bilir, ama O’nun azamet ve kibriyâsını hakkıyla takdir etmenin önünde pek çok engeller vardır. Nefis ile ruhtan yaratılan insan, dâimâ bu ikisi arasında gidip gelmektedir. İmtihan dünyasının engebeli yollarını aşmak ve “ekber” (en büyük) olan Allâh’a kavuşmak isteyen insan, dâimâ tekbir ile Allâh’ın büyüklüğünü dile getirse de her zaman gönlünü ve aklını aynı zikirde birleştirememektedir.

İmâm Gazâlî Hazretleri ne güzel buyurur:

“«Allâhu Ekber: Allah her şeyden büyüktür!» dediğin zaman kalbin dilini yalanlamasın. Eğer gönlünde Allah Teâlâ’dan büyük bir şey kabul ediyorsan, her ne kadar sözün doğru olsa bile Allah Teâlâ senin yalancılığına şehâdet eder… Eğer kendi arzu ve isteklerin Allah Teâlâ’nın emirleri üzerine galebe çalmışsa, sen Allah’tan çok nefsine itaat ediyor ve nefsini ilah ittihâz ederek onu büyültmüş oluyorsun. O zaman senin «Allâhu Ekber» sözünün kuru bir laf olmasından korkulur. O zaman kalp, lisandan ayrılmış olur. Eğer bu hâlden tevbe edilmez, Allah’tan af ve mağfiret dilenmez ise, neticede Allâh’ın affı erişmez ve cidden tehlikeli olur.”[1]

Kalp ile lisanı bir olanın hayatı kolaylaşır, her duruma ve hâdiseye bakış açısı değişir. Ekber olan Allah’tır… Dünyaya ve dünyalığa böylesine dalmışken durup düşünmeli, gönle serlevha eylemeli: Allâhu ekber!…

Borcun mu var, Allah büyüktür, sen sığınmasını bil, O’nun yüceliğini kalbin ve aklın ile tasdik et ve haykır gönülden: Allâhu ekber!...

Zor durumda mısın, sağlık problemin mi var, dünyalık dertlerin mi var, âhiret endişen mi var, hepsinin reçetesidir: Allahu ekber!...

Ekber olan O… Büyük olan O… Veren de O, vermeyen de… Verirse izzetinden, vermezse lütfundan… Hepsine âmennâ… Vardır bir hikmeti…

Ne güzel söylemiş Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri:

“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen,

Ne verdinse odur, dahî nemiz var?”

Aynı perdeden konuşan Üstad Necip Fâzıl Kısakürek de şöyle der:

“Veren de O alan da, nedir senden gidecek?

Telaşını gören de can senin zannedecek.”

* * *

Bu dünyanın genel problemi bu olsa gerek; her şeyi sahiplenmek, her sıkıntıyı çözmeye çalışmak, her taşın altına elini koymak… Tefekkür ve tevekkülü hayatımızın her ânına dâhil edememek…

Kalben ve aklen gerçek mânâsı ile Allâh’ı yüceltmek çok kolay olmasa da bu yolda devamlı uğraşmak gerekir. Gerek Allâh’ı öven zikirlerle, gerek amellerle devamlı olarak bu yolda bulunmak çok önemlidir. Allah Teâlâ, bazen az bir amele çok büyük bir mükâfat vererek, kuluna ilâhî rahmetin kapılarını sonuna kadar açar.

Bişr bin Hâris’in durumu, bunun en güzel örneğidir:

Rivayete göre bir gün sarhoş hâlde yürürken Bişr’in gözüne, ayaklar altında çiğnenen bir kâğıt parçası ilişir. Eğilip onu alır ve bakar ki, “Allah” lafzı yazılı, kirlenmiş bir kâğıt… Cebindeki bütün parasını harcayarak misk ve gül suyu satın alıp bunlarla kâğıdı yıkar ve temizler. Güzelce kokular sürdüğü Lafza-i Celâl yazılı kâğıdı yüksekçe bir yere asar. O gece velîlerden birisine rüyasında şöyle hitap olunur:

“-Bişr’e varıp haber ver ve de ki: «Bizim ismimizi misk kokusu ile temizledin, Biz de senin ismini temizleyip arındırdık. İzzetime andolsun ki, senin ismini dünyâda da âhirette de hoş hâle getireceğiz.»”[2]

Bişr Hazretleri, Rabbinin ismine gösterdiği tâzîm neticesinde iki âlemde de bahtiyarlardan oldu. Bu tevbe ânında yalın ayak olduğu için bu ânın kıymetine binâen bir daha ayakkabı da giymedi ve bundan dolayı “Bişr-i Hafî” ismini aldı. Bu sebeple bizler de yüce Rabbimiz’le alâkalı her işi büyük görmeli ve ona göre davranmalıyız.

Dünyadan ve dünyalıktan büyüktür Rabbimiz… İnandık, îmân ettik… Her türlü dertten büyüktür Rabbimiz… Lisanımızla ikrar, kalbimizle tasdik ettik; Ekber olan yalnızca Allah’tır…

 

[1] İmâm Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, trc. Mehmed A. Müftüoğlu, İstanbul, Vefa Yayınları., c. I, sh: 419.

[2] Tezkiretü’l-Evliya, sh. 168-169.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle