Ehl-İ Beyt Sevgisi, Ehl-İ Sünnetin Sermayesidir

“-Babam zâhir ve bâtın; yani kalbî ilimlerde çok âlim idi. Her zaman Ehl-i Beyt’i sevmeyi tavsiye ve teşvik eder, bu sevginin insanın son nefeste îman ile gitmesine vesile olacağını söylerdi. Vefatı esnasında, başucunda idim ve şuurunun azaldığı son anlarda kendisine nasihatini hatırlatıp sessizce sordum:

«-Ehl-i Beyt sevgin sana tesir ediyor mu?» O hâlde iken:

«-Ehl-i Beyt’in muhabbetinin deryasında yüzüyorum.» buyurdu.

Rabbime hamd ve senâ ettim. Anladım ki, Ehl-i Beyt’in sevgisi, Ehl-i Sünnet’in sermayesidir.” buyurmakta, büyük mutasavvıf İmâm-ı Rabbânî Hazretleri…

Ehl-i Beyt, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün âile fertlerine denir. Mübarek hanımları, kızı Hazret-i Fâtıma, damadı Hazret-i Ali ve onların çocukları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimiz ile, onların çocukları ve torunlarının hepsine verilen isimdir.

* * *

Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz şöyle anlatmaktadır:

“Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üzerlerinde siyah yünden nakışlı bir elbise olduğu halde sabahleyin (evden) çıktılar. O esnâda Hasan bin Ali -radıyallâhu anh- geldi, onu örtünün altına aldılar. Sonra Hüseyin -radıyallâhu anh- geldi, onunla beraber girdi. Sonra Fâtıma -radıyallâhu anhâ- geldi, onu da örtünün altına aldılar. Sonra Ali -radıyallâhu anh- geldi, onu da aldılar. Sonra da şu âyet-i kerimeyi tilâvet eylediler:

«Ey Ehl-i Beyt! Allah Teâlâ, sadece sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor!» (el-Ahzâb, 33) (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 61)

* * *

Bir bölümü hadîs-i şerîfte zikredilen bu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hak, Ehl-i Beyt’e hitâben şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın! Sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Mâruf üzere, uygun, ciddî ve ağır başlı bir şekilde konuşun! Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın! Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Ey Ehl-i Beyt! Allah Teâlâ, sadece sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33)

* * *

Başka bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:

“…De ki: Ben sizden yakınlarımı sevmekten gayri bir karşılık istemiyorum…” (eş-Şûrâ, 23) buyurarak Peygamber Efendimizin, peygamberliğinin mükâfâtı olarak, bize, O’nun yakınlarını böyle bir sevgiyle sevmemizi emretmiştir. Bu âyetle ilgili tefsirlerde farklı rivâyetler de vardır.[1]

Âyet-i kerîmede geçen “meveddet” kelimesi, muhabbetten daha şiddetli bir sevgiye denir. Ehl-i Beyt’i sevmek, mü’minlere farzdır. Son nefeste îmân ile gitmeye bir vesîledir.

Sa’lebî’nin “el-Kebîr”, Zemahşerî’nin “el-Keşşâf” ve Fahreddin Râzî’nin “el-Kebîr” isimli tefsirlerinde Şûrâ Sûresi 23. âyet-i kerimesinde geçen “meveddet” kelimesinin tefsiri sadedinde şu ifadelere yer verilmiştir:

“Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in (Ehl-i Beyt’in, Peygamber Efendimiz’in âilesinin) sevgisiyle ölürse, şehid olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, bağışlanmış olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, tevbe etmiş olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, îmânı kâmil olan mü’min olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Âl-i Muhammed’in muhabbetiyle ölürse, ölüm meleği onu cennetle müjdeler.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine Ehl-i Beyt’i kastederek şöyle buyurmuşlardır: 

“Allâh’a yemin ederim ki, sizi Allah için ve benim yakınlığım dolayısıyla sevmedikçe hiçbir müslüman kişinin kalbine îman girmez.” (Nesaî, Tirmizî)

 “Size bahşettiği nimetler sebebiyle Allah Tealâ’yı sevin. Beni, Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beytimi de benim sevgim dolayısıyla sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

İmam Şâfiî Hazretleri, Ehl-i Beyt’in muhabbetiyle ilgili olarak bir gazelinde şöyle demektedir:

“Ey Rasûlullâh’ın Ehl-i Beyt’i! Sizi sevmek, Allah tarafından Kur’ân’da farz kılınmıştır. Size bu kadar büyüklük ve fazilet yeter ki; size salavât göndermeyenin namazı bâtıldır.”

Ferezdak ise kasîdesinde:

“Öyle bir topluluk ki, onları sevmek îman, onlara düşmanlık ise küfürdür. Onlara yaklaşmak da kurtuluş vesîlesidir. Eğer takvâ ehlini sayarlarsa, onlardır önderler… Eğer «Yeryüzünün en hayırlıları kimlerdir?» diye sorulursa, onlardır denilir.”

* * *

Bu yıl umrede vazifeli olarak bulunduğum zaman diliminde ciddî imtihanlarım oldu. An geldi dünya daraldı da altında kalır gibi oldum. O gün işlerimi bitirir bitirmez Kubbe-i Hadrâ’nın (Efendimizin kabr-i şerîflerinin üzerine örtülmüş yeşil kubbe) hizasında soluğumu alıp mânen Efendimize ilticâ ettim. Suud görevlisi:

“-Bid’at!..” diyerek oradan ayrılmamı söyleyince, bu kez Cennetü’l-Bâkî kabristanı ile Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Kubbe) arasında, duvar dibinde hâlimi Cenâb-ı Hakk’a arz ettim. Her şeyden haberi olan yüce Rabbe hâlimi açıklamak, olacak şey değilse de, sıkıntım beni:

“-İlâhî, hâlimi biliyorsun; hâlim Sana mâlum! Elimden tut, Efendimizin sevgisi yüzü suyu hürmetine, Ehl-i Beyt’in sevgisi yüzü suyu hürmetine yetiş…” deme cür’etine sevk etti.

Bir süre o hâl üzere kaldım. Ne gariptir ki, dar zamanlarda dilden kelâm dökülmüyor, sadece salavât getiriyorsun. Salavât bir nevî hâlimizi izhâr gibi oluyor. Biliyorum ve îman ediyorum ki, Peygamber Efendimize getirdiğimiz bir salavât, Cenâb-ı Hakk’ın birçok derdimize yetişmesi için harika bir vesile…

Salavâtların en hası, en âlâsı Peygamber Efendimizin, sahâbe-i güzîn efendilerimize öğrettiği salli ve bârik duâları olarak bildiğimiz salavatlar olduğu için, onunla salavat getirmek çok daha huzur veriyor. Sahâbe-i kirâm efendilerimiz:

“-Yâ Rasûlâllah! Size nasıl salât edelim?” diye sorduğunda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap vermiştir:

“-«Allâh’ım! Hazret-i İbrahim’in âilesine salât ettiğin gibi, Hazret-i Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da salât et! Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin Allâh’ım!.. Hazret-i İbrahim’in âilesine bol hayır ve bereket verdiğin gibi, Hazret-i Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da bol hayır ve bereket ihsân eyle!» deyin.” (Buharî, Deavât, 32; Müslim, Salât, 66)

Bir diğer rivâyette, Allah Rasûlü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: 

“Kim bize, Ehl-i Beyt’e salavat getirdiği zaman tam ve bol ecir almak isterse, «Allâh’ım! Âl-i İbrahim’e salât ettiğin gibi, Nebî Muhammed’e, mü’minlerin anneleri olan eşlerine, soyuna ve Ehl-i Beyt’ine de salât et; zira Sen Hamîd’sin, Mecîd’sin.» desin.” (Ebû Dâvud, Salât, 179)

Bu salavât hâlinde bir süre geçirip akşam namazı yaklaştığı için kadınlar bölümüne doğru yol almaya başladım. Daha dördüncü adımı attım atmadım, birden üzerimde bir hafiflik hissettim. Sanki sıkıntılar uçup gitmişti ve kuş gibi hafifledim. Allah şahit, o hafiflik, vazifemi tamamlayıp memlekete dönene dek devam etti. Gerçekten Peygamber ve Ehl-i Beyt muhabbeti, Rabbim kabul buyursun inşâallâh, benim gibi bir âcize yetişivermişti.

Ehl-i Beyt’in sevgisi, Cenâb-ı Hakk’ın izni ile kulu darlıktan kurtarıyor, ferahlatıyor. İllâ dünya ferahlığı için değil, Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ için, Allâh’ın emirlerini yerine getirmekte irâde sahibi olabilmek, hele de Peygamber Efendimizin sevgisine nâil olabilmek için samimi bir Ehl-i Beyt muhabbeti, bizler için büyük himmet kapısı oluyor... İki cihanda da Allâh’ın izni ile yetişen bir himmet...

Sahâbe-i kiram döneminden itibâren bu ümmet, Peygamber Efendimizin Ehl-i Beyt’ine daima edep ve saygı ölçüleri içinde muâmele etmiş, onları muhtaç, mahrum ve yoksul bırakmamıştır. Beytü’l-mâl’de (Müslümanların devlet hazinesi) onlar için dâimâ bir ödenek bulundurulmuş ve her türlü ihtiyaçları oradan karşılanmıştır.

* * *

Osmanlı sultanlarından Yıldırım Bayezid, bir gün kederli ve düşünceli bir hâldeydi. Onun bu hâlini fark eden vezir Çandarlı Ali Paşa:

“-Efendim! Sizin bu hâliniz bizi endişelendirmektedir. Derdiniz nedir?” diye soruverdi. Büyük sultan:

“-Devlet işleri zordur; zaman olur insanların kalbini kırıveririz. İçimi sıkan şey odur ki, ya gönlünü kırdığımız kimse Allah dostu ise, hele de Peygamber Efendimizin soyundan mübarek birisi ise… O zaman biz bu vebâli nasıl kaldırırız? Ya emrimiz altında bulunurlarken kirli ve güç işlerde onları çalıştırıyor ve kalplerini kırıyorsak? Söyle bana Devlet-i Osmanî’de Seyyidlerin ve Şerîflerin isimlerini, nerelerde yaşadıklarını ve durumlarını bilir misin?”

Çandarlı, tanıdığı birkaç ismi söylese de bu hususta tam bir bilgi sahibi değildi. Yıldırım Bayezid bir müessese kurularak, başına evlâd-ı Rasûl’den birisinin getirilmesini, devlet içinde yaşayan âl-i Rasûl’ün belirlenip doğumlarının ve ölümlerinin kayıt altına alınmasını, borç altında olmamaları, güzel işlerde çalışmaları için gayret edilmesini istedi. “Nakîbu’l-Eşrâflık” denilen bu müessesenin başına getirilecek kişinin de Emir Sultan Hazretleri tarafından belirlenmesini uygun gördü.

Durum, büyük velî ve seyyid Emir Sultan Hazretlerine intikal ettirildi. Allah Rasûlü’nün soyundan gelen gönüller sultanı, böyle bir müessese kurulmasından çok memnun oldu. Osmanlı Devleti’nde ilk “nakîbü’l-eşrâf” olmak üzere, gözde talebelerinden ve evlâd-ı Rasûl’den bulunan Seyyid Ali Nattâ bin Muhammed’i görevlendirdi.

Osmanlı döneminde te’sis edilmiş bulunan Nakîbu’l-Eşraflık Müessesesi, sadece Evlâd-ı Rasûl’ün istismarlara karşı korunması vazifesini üstlenmekle kalmamış, aynı zamanda onların hukukunun muhafaza ve müdafaası işini de yürütmüştür. Devlet-i Aliyye, bu müessese kanalıyla “soy şeceresi” sahih olarak tespit edilen “Seyyid” (Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenler) ve “Şerîf”lerin (Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenler) kayıtlarını belli defterlerde tutturmuş ve bunları îtinayla muhafaza etmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulama, Evlâd-ı Rasûl’e gösterilen derin hürmet ve muhabbetin bir nişânesidir.

“Nakîbu’l-Eşraf” seyyidlerden seçilir, ulemâ sınıfından sayılırdı. Padişahtan sonra en yüksek makam, onların makamı idi. Padişah tahta çıktığında ilk biat eden, cülûs duâsını yapan, bayram tebriklerinde ilk tebrik edip bayram duâsını yapan, padişahlara zaman zaman kılıç kuşandıran bu mübarek insanlar olup, savaşlarda maiyyetlerindeki Evlâd-ı Rasûl ile sancak altında, Fetih Sûreleri okuyup tekbir ve salavâtlar getirirlerdi. Padişah, hürmeten sadece “Nakîbu’l-Eşrâf”ın karşısında ayağa kalkar, onları tahtın hemen yanı başına oturturlardı.

* * *

On beş yıldır Medîne’de yaşayan bir Türk hanımdan dinlemiştim:

 “-Ben bu beldelere ilk geldiğimde, sıcaktan gündüz dışarı çıkamayıp akşama doğru çıktığımız, gün boyu uyuyup gece uyanık kaldığımızdan dolayı gecem gündüzüme karışmış ve düzenim çok bozulmuştu. Evlerdeki “Güneş girmesin, sıcaktan yanmayalım” diye sıkı sıkı kapatılan küçücük pencerelerden, dertleşeceğim bir insan evlâdı bulamamaktan çok bunalmış ve aklımı kaçıracak gibi olmuştum. Bu zaman diliminde öyle bir şey keşfettim ki, bunu dünyalara değişmem. Sıkıntım, kederim, öfkem vb. olumsuz hangi duygum var ise, soluğu Mescid-i Nebî’de, Ravza-i Mutahhara ya da Kubbe-i Hadrâ’nın karşında alıp Efendimize ve Ehl-i Beyt’e salât ü selâm getirerek içimin rahatladığını, sıkıntılardan âzâde, tertemiz evime döndüğümü gördüm. Artık bağımlılık yaptı; sadece kederli olduğumda değil, fırsat buldukça mescidde soluğu almaya başladım. Yoğurt mu mayalayacağım, hamur mu yoğuracağım, çocuklarım hastalandığında alınlarına elimi koyup duâ mı edeceğim; hemen:

«-El benim değil, Fâtıma Anamızın eli!..» diyorum.

Sanki mânen elini, elimin üstünde hissediyorum. O mübarekler gerçekten bizler için büyük rahmet… Allah o mübarek âileden râzı olsun.” demişti.

Hanımın yüzüne bakınca gerçekten hiç yaşını göstermediğini ve çok huzurlu bir çehresi olduğunu fark ettim. Huzur; en çok istediğimiz şey… Biz bu nîmete mübârek beldelerde olmadığımız için kavuşamaz mıyız? Tabiî ki kavuşuruz. Her nerede olursak olalım, aynı muhabbet ve hürmet ile o mübâreklere salât ü selâm getirip mânen ilticâ edilse, Allâh’ın izni ile icâbet olunuyor, hamd olsun.

* * *

Peygamber ve Ehl-i Beyt âşıkları bir başka oluyorlar. Umre vazifelisi iken yine bir gün öğle vakti otelimizden çıktım. Vaaz edeceğimiz otele doğru yürüyorum. Dilime pelesenk etmişim:

“Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlâllah.

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Habîballah.

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Nebiyyallah.

Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.

Allâhümme iftah lî ebvâbe rahmetik.”

Hamdolsun, Rabbim aklımıza getirdikçe yol boyu dilimizde virdimiz, yürüyoruz. Kubbe-i Hadrâ hizasına geldim, ama otelden biraz geç çıktığım için de endişeliyim. 14:00 da olmam gereken yere 13:45’de hareket ediyorum, bu biraz gecikeceğim mânâsına geliyor. Karşıma sekiz-dokuz kadar hanım çıkıverdi. Ayaklarında kalın çoraplar, naylon terlikler, eteklerinin altından görünen kalın pazen donları, gömlekleri ve uzun kalın yeleklerinin üzerine upuzun namaz tülbentleri ile orta yaş üzeri hanımlar… Telâşlı yürürken birisi beni durdurup sadece:

“-Yolu bilmiyoruz, bizi Ravza’ya götür.” dedi.

Türk gibiydiler, ama kendi aralarında konuştukları zaman dillerini anlamıyordum. Tarif ettim, anlamadılar. Birisi elimden tutup:

“-Bizi götür!” dedi.

“-Düşün peşime!” dedim. Vazife yerimin tam ters istikâmetinde, elele dokuz kadın yola düştük. Hızlı yürüyemiyorlar, ağızlarında duâları habire mırıldanıyorlar. Vaaza yetişme şansımı tamamen kaybettim. Yürüyoruz yavaş yavaş… Ziyaret başlayalı yarım saat olduğu için kadınların ziyarete girdiği mescidin ön bölümünü kapatmışlar. Mescidden dışarı çıkıp Ravza ziyareti için gelen hanım cemaate kapıların açıldığı bölmeye geçtik. Hanımları, Ravza ziyareti yapacak diğer umrecilere teslim edip çıkıyorum.

Vazifeli olduğum otele ter içinde geldiğimde bir de bakıyorum; benden on beş dakika önce otelden çıkan vazifeliler daha gelmemişler. Biraz sonra onlar da içeri giriyorlar.

“-Hoca hanım sen nasıl erkenden geldin? Uçtun mu?” diye sormazlar mı?!

“-Siz bir yere mi uğradınız?” diyorum.

“-Hayır, doğruca buraya geldik.” diyorlar. Saatime bir bakıyorum; saat, otelden çıktığım saat… Yani 13:45… Hayır, saatim durmamış, çok da güzel çalışıyor. Bu nasıl sırlı bir iştir? Ben bu hanımları daha sonra hiç görmedim. Kimdiler, onu da bilemedim. Sadece ben onları Ravza girişine bıraktığım zamanki bakışlarını hatırlıyorum. Rasûl’e ve Ehl-i Beyt’e âşık olana zaman duruyorsa, o aşkın kaynakları neler yapmaz?

“es-Salâtü ve’s-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtühû yâ ehle’l-beyti, innehû hamîdün mecîd.”

 

[1] Bu âyetin indirildiği yer; “Mekke” ve hitâp ettiği ilk kimseler “Mekke müşrikleri”dir. Mekke döneminde Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma henüz evlenmemiş ve çocukları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimiz dünyaya gelmemişti. Burada Peygamber Efendimizin diliyle ifade edilen “akrabalık hakkı, dostluk, meveddet” de Mekkeli müşriklerle aynı geçmişe, ortak kabile bağlarına sahip olduklarını hatırlatmak ve en azından Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeleri noktasında insafa gelmelerine davet etmek içindir. Yoksa onlardan tebliğ vazifesine karşılık (mânevî de olsa) bir bedel istememektedir.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle