Efendi Çocuklar

Çocuk, anne-baba için dünyanın en mutluluk verici bir nîmetidir. Bir imtihan vesilesi, bir emânet ve aynı zamanda bir göz aydınlığıdır. İnsanoğlunun fıtrî olarak çoğalması, ilâhî bir kanun çerçevesinde, insan neslinin varlığını koruması da yine bahşedilen evlâtlar yolu ile gerçekleşmektedir. 

Anne-baba ve çocuk ilişkisi, hiçbir karşılık beklenmeden ve hattâ candan fedakârlık duygularıyla sahip çıkılması gereken, mâsumiyeti ile başka örneği bulunmayan bir bağ ile başlar. Hiçbir anne, yavrusuna verdiği sevgiyi, hesaplı, içten pazarlıklı olarak ve karşılık bekleyerek vermez. Aynı şekilde bir baba da öyledir. Evlâdın ebeveynine olan bağımlılığı da irâde dışı, ilâhî bir yönlendirme ile olur âdeta…

Çocuklar belli bir yaşa kadar anne-babaya bağlı olmaktan ziyade bağımlı, yani onlara muhtaç durumda olurlar. Bundan dolayı evlâdın annesine ihtiyacı, ev halkının diğer üyelerine olan ihtiyacından farklıdır.  Bir çocuğun abisi veya ablası ile olan irtibatı veya babası ile olan bağı, birbirinden farklıdır. Âdeta her bir âile ferdinin doldurduğu bir boşluk, telâfi ettiği bir taraf vardır. Ancak bunların içinde, Allâh’ın âşikâr bir mûcizesi şeklinde var edilen çocuğun, kendisini dokuz ay karnında taşıyan, âdeta kanından-canından bir parça olan annesi ile bağı, târifi mümkün olmayan ilâhî sırlarla doludur. Bu büyük var oluş macerası, Rabbimizin Kitabında farklı âyet-i kerîmelerle safha safha anlatılmış, insanın anne-babasına karşı vazifeleri muhtelif şekillerde îzah edilmiştir.

Annelik ve babalık duygusunu, insanın evlât nîmetine sahip olmadan anlaması mümkün değildir. Belki gönlünden coşan bir sevgi ve merhametle, insan başkasından doğmuş bir kimseyi de bağrına basabilir; ancak bu hiçbir zaman, kendinden bir parça olan evlât ile yakınlığı yansıtmaz.

* * *

İnsanlık âlemi, aslında tek bir anne ve babadan çoğalmış ve yaratılış macerasında her birimizin annesi Hazret-i Havva, babası da Hazret-i Âdem olmuştur. Bu iki insan, bütün insanlığın ortak atasıdır. Her birimizin genlerinin başlangıcı, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva’ya dayandığı gibi, yine onlardan başlayarak farklı renk, kabile, millet, hatta din ve dillere bölünmüştür. Böylece biz, bir taraftan aynı atanın evlâtları, bir taraftan da çoğalmış, yayılmış ve yeryüzünü kaplamış kardeşler olmuşuzdur.

Kur’ân-ı Kerîm, evlâtları “dünya hayatının süsü” ve “bir imtihan sebebi” olarak ifade buyurur. Eşler de birbirine “emanet” edilmiştir. Anne-babalar, âile fertlerini Cehennem ateşine düşmekten korumaya çalışırlar. Bu ilâhî bir vazife olarak, onların omuzlarına yüklenmiştir.

Aynı Kur’ân, evlatlara hitâben “Yanında yaşlanan anne ve babasına; «Öf!» bile dememeyi”, onların gönüllerini hoş tutup, isteklerini yerine getirmeyi öğütler. Başka bir ifadeyle Rabbimiz, yüce Kitab’ında anne-babanın evlâtlarına, evlâtların da anne-babaya karşı hak ve sorumluluklarını tayin edip bize bildirmiştir.

Temeli ilâhî emir ve yasaklar olan İslâm’ın prensiplerinin yanına, bir de toplumumuzdaki alışkanlık ve gelenekler eklenince bize has bir âile yapısı ortaya çıkmış oluyor. Bizim âile kurallarımızı tanzim eden şey, yazılı hukûkî metinlerden ziyade geleneksel ve İslâm’ın bize öğütlediği prensiplerdir. Dolayısıyla bu, nesilden nesile aktarılması gereken, her bir insan tarafından bizzat yaşanarak öğrenilecek ve öğretilecek canlı hayat dersleridir.

Birkaç yüz yıldır Batı toplumlarına imrenerek, onları her konuda taklid etmeye çalışarak hebâ olan kültür ve geleneklerimize bakınca, bunlar içinde âile ile ilgili değer ve geleneklerin büyük bir yer kapladığını üzülerek görüyoruz. Onların kokuşmuş, bencil ve insanlıktan uzak âilevî bağları, maalesef bugün bizim toplumumuzda da kök salmaya başlamıştır.

İlâhî bir sevgi ve koruma ihtiyacından ziyade, daha çok beşerî zaaflar, beklentiler ve menfaatler üzerine kurulan Batı âile modelinin, İslâm ile kaynaşmış Doğu kültür ve medeniyetine vereceği hiçbir şey yoktur.

Her bir ferdin hürriyetini yaşadığı, başına buyruk davrandığı, menfaati bitince kapı önüne konduğu bir âile yapısı; birbiriyle Allâh’ın istediği şekilde kenetlenmiş, iyi günde kötü günde birbirine sahip çıkan ve dünya-âhiret bütünlüğü içinde birbirini emanet gören bir âileye ne verebilir ki!..

Bugün özellikle medyanın ve medyaya ait bütün unsurların fütursuzca insanımızın başına boca ettiği popüler kültür, en çok insânî ilişkilerimizi bozguna uğratmıştır. Büyük-küçük, abi-kardeş, anne-evlat ilişkilerimiz de bu kültür saldırısından nasibini almış durumdadır.

Yaşadığımız yüzyılın anne ve baba tiplemeleri de bir hayli değişmiş durumda... Evlâdını âdeta “kutsal bir varlık” olarak görüp ölçüsüz bir şekilde her istediğini, her ne pahasına olursa olsun yerine getirmek, güyâ annelik-babalık vazifesini yerine getirmek olarak değerlendiriliyor. Toplumumuzda bu denli evlatperestliğin ayyuka çıkması, o çocuğun hem psikolojik olarak bozuk bir karakter sahibi olmasına, hem de diğer sosyal alanlarda ilişkiler kurmakta zorlanmasına sebep olmaktadır.

Her istediğini yapan, her arzu ettiğini derhal yerine getiren bir anne ve babanın evlâdı; daha çok hodgâm, bencil bir kişilik hâlini alacaktır. Elini sıcak sudan soğuk suya sokturmadan, fedakârlık nedir bilmeden, her zaman hayatın merkezinde kendisini gören bir karakter; nihayetinde hem kendine hem anne-babasına hem de topluma zararlı bir kişilik olacaktır.

Dolayısıyla bir anne-babanın, evlâdını başta Rabbinin bir nîmeti ve emâneti olarak görmesi gerekmektedir. Toplumun güzel ve ahlâkî değerleri, tâ küçüklüğünden itibaren uygulamalı olarak telkin edilmelidir.

Çocuklarımıza dînî konularda mutlaka ciddî bir eğitim-öğretim imkânı hazırlanmalı ve kendi kültürünün yabancısı olmasına müsaade edilmemelidir. Çocuğunun ileride karşılaşabileceği zorluklar düşünülerek onu yaşayacağı zamanlara göre bilgi ve tecrübelerle donatmalıdır.

Bugün toplumun bütün kesimlerinde teveccüh gösterilen “okul öncesi” eğitimlerle çocuklara dair her şeyin çözüleceği ve ana okullarında âdeta sihirli bir elin onları eğiteceği inancı, aslında kendimizi kandırmaktan ibarettir. Çünkü hiçbir insan, bir-iki yılda, hele en küçük olduğu yıllarda bütün hayatı kuşatacak bir eğitim ve öğretime kavuşamaz. Aslında eğitim, başka bir söyleyişle terbiye ve tekâmül süreci, bir ömür boyunca devam eder. Mühim olan, fıtratımızdaki temizliği devam ettiren bir zihniyet ile çocuklarımızı “bozmadan” eğitmektir.

Elbette ana okulu, ilk okul ve devamındaki bütün eğitim halkaları, ciddî bir planlama, takip ve uygulama ile çocuklarımızda kalıcı ve güzel davranışlar oluşturabilir. Ancak en büyük öğretmenler, anne ve babalardır. Onların dile getirdikleri veya getirmedikleri her şey çocuklar tarafından âdeta yutulur. O hâlde bir anne-babanın saatlerce evlâdına nutuk çekmesi veya bir öğretmenin günlerce ders anlatmasından ziyade pratiğe yansımış, samimî bir davranış modeli, çocukların dünyasında çok daha kalıcı ve derin izler bırakacaktır.

Bugün yaşadığımız toplumda çocuklar, anne ve babalarının efendisi; ebeveynler de âdeta çocuklarının kölesi durumuna düşmüştür. Çok acı ve üzücü bir tablo olmasına rağmen bu durumdan toplum olarak bir an evvel çıkmamız, olması gereken âile düzen ve münasebetlerini tekrar kazanmamız gerekmektedir.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle